Şengül Can’ın Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülüne değer görülen dosyası Varlık Yayınlarınca yayımlandı: Sarkaç. Kitabın başında “gÖzbebeğinden anlatılan öyküler” diye bir not var. Öyle ya, gözbebeği öz değil midir? Öykülerini okudukça bu kısa açıklamanın yerinde olduğunu görüyoruz. Genç ve yetenekli yazar birçok anlatım düzenini alt üst etse de okuru öykülerin içine çekmeyi başarmış. Kitabın adı da tam bunun özeti. “Merkezden belirli mesafede olan ileri geri sarabilen cisim.” Gerçekten de tüm kahramanlar; olayların içinde, geçmişte, bugünde, benliğimizde, yaşamın tüm sıradanlığında sarkaç gibi sallanıyor.
“Sarkaç” kitabın ilk öyküsü. Kapalı öykülerin en güzel özelliği istediğimiz yöne açık alması. Öykü kapandığı kadar açılır. Sarkaç tam da böyle bir öykü. Merkezine aldığı “annelik” kavramıyla uzunca bir alan çiziyor bize. Biz kimin annesiydik, bizim annemiz kimdi? Vazgeçilebilir mi bu sıfattan ve vazgeçerken ne kadar yoruluruz? Küçük sandıklarımız belki de kocaman benliktir. Kısacık öykü Sarkaç’ta kendi koridorumuza dönüyoruz. Yitirdiklerimizle küçüldük mü yoksa? Cevabı her okuyucuda gizli bu sorunun.
“Şık Şık” adlı öykü bitince merakla tekrar başa dönme isteği uyandırıyor. Bir sıcaklık arama isteği belki. Yok. Öfkeden dikilmiş bir öykü. Başı sonu açık. Nereye isterseniz koyabilirsiniz. Çünkü kendini tanıyabilmiş insanın kara kutusunda gelişiyor kurgu. Bugünü yaşarken geçmişi biliyor. En zoru, hiç aktör olmamışken, tüm sonucun boynuna yüklenmiş olması. “O da nesi, annesi hiç örtbas edilir miymiş insanın.” (s. 13) “Anladım ki piç kötü bir şey. Ben kimseye “piç” demedim.” (s. 13). Piç olmak bir sonuç mudur? Neyin sonucudur? Belki de damgadır, kimse bilmese de boynunda asılı kalmıştır.
“Buluşma”, kapalı ruh halini hiç aralamadan ilerleyen bir öykü. Ne tam olarak bugünde ne tam olarak geçmişte. Öykünün ismi şimdiki anı anlatıyor görünse bile. Kaçıp gidenlerle hesaplaşma olabilir mi buluşma? Merak edilenlerle… Ya susanlarla buluşmanın derinliği doyurur mu insanı? “Susmak, hayata tutunmaktı bir yanıyla. Devam edebilmek için zorunluluk. Belki.” (s. 18). Dilsiz kalırsa ânlar, geçmişe de geleceğe de geçit yoktur. Her şey asılı kalır zamana. Ölmek ağrıları azaltır. Yazar, sözcüklerini geçmişle bugünü harmanlayıp sunmuş. Kurgu yapmak, yazarın betimlemelerinden beslenerek bizim hayal gücümüze bırakılmış. Merkeze, isyanlarla yol alan bir kız kardeş koyun. Bir akraba ya da… Siz seçin.
Tüm sevgimize rağmen hayat, karşımıza dikilip inat edebilir. Ne kötü olduğunu kabulleniriz, ne mutlu olduğumuzu anlarız. Yarım bırakır bizi bazen. “Deniz Bitti” adlı öykü böyle başlıyor. Anlatıcı, öykünün kahramanı, bebeğinin gözünde herhangi bir anne olduğunun bilincinde. Babasının da “köşedeki saat” olduğunun. Mutluluğun yakınında ama o denli eksik ve uzağında. Bütün olmak için sadece bebeğini değil, anneliğini de alıp götürüyor doktora. Tavsiyeler, eksikliğinin başlangıcı oluyor. Yeni ve eksik hayatının sebebi oluyor. Büyük su birikintisi, bir plastik bebeğe karşılık bebeğini, canını, sebebini alıyor. Baba bunun bedelini ödemeyecek kadar isteksiz ve güçsüz. Kayboluyor. Tüm sebeplere sebep olmuşken hem de. Anne geri kalan yalnız hayatını ilmek ilmek örüyor. Hiçbir eleştiriyi kaldırmayacak kadar yalın ve derin bir öykü.
“Gidelim Hayatım” adlı öykü aldatıldığını bilen her kadının mutasyonundan bahsediyor. İçinde binlerce şeytanın cirit atmasından bahsediyor. Biri kalk gidelim diyor, diğeri oturması için çekiştiriyor. Kendiyle bu savaşın ortasında kalırken nasıl ikiyüzlü oluşun altını çize çize sunuyor bize yazar. Sonra biz, aynadaki aksimize bakıyoruz hüzünle. “Kaç maskem vardı benim o an, onu düşündüm, hangisinin altına gizleneceğim şimdi, kimsin sen, kimim ben?” (s. 50).
“Birkiüç” adlı öyküde yazar, okuyucuyla körebe oynuyor. Ya da bir oyunun içine çekmek isterken çemberi daraltıp içeri almıyor. “Ve çocukluğum geçmeden oynamak istediklerim” (s. 69) cümlesiyle göğsümüze bir acı koyup gidiyor.
Şengül Can, öykü isimlerini ustalıkla içerikle bütünlemiş. Aralardan çekip çıkarmak ve anlamı yüklemek okuyucuya bırakmış. Yazar kurguyla oynarken, okuyucusuna “çalış” demiş. Ve bizi bugünle dün arasında ileri geri sarmış.
Nilgün Çelik