Fatih Akın, sevdiğim bir yönetmen. Duvara Karşı, tek başına bile, yeter onu sevmeme.

Yeni filmi Kesik (Cut) daha önce duymadığımız bir üçlemenin üçüncü filmi olarak geldi. Daha film vizyona girmeden, başka ve alakasız bir tartışma çıktı. Hrant Dink’i oynayacak Türk oyuncu bulamadım, gibi bir laf etmiş Fatih Akın. Sonra anlaşıldı ki bu filmle ilgisi yok. PR kokan bir hareketti biraz da. Neyse, çok önemli değil.

Kesik (buyrun çoktan seçmeliye) Ermeni Tehciri / Ermeni Soykırımı / Ermeni Kırımı / Medz Yeğern (Büyük Felaket) hakkında bir film. Ama bu kadar doğrudan ve basitçe değil elbet. Bu bir belgesel olmadığına göre, meselenin tüm boyutlarını ele almayacağından bu tür bıçak sırtı bir konuda düz seyirciyi memnun etmek zor olacaktır. Kelli felli eleştirmenler de muhtemelen tatmin olmayacaktır. Ki ne kadar gözümü çevirsem de bu söylediklerimi destekler lafları duydum.

Bir sanat eseri, ele aldığı malzeme ne olursa olsun insanın evrensel ve kadim olan, değişmeyen özelliklerini anlatır bize. Bir meseleyi çözmek, özür dilemek gibi amaçları olabilemez. Bunlar olursa da muhtemelen sanat olmayacaktır orada, propaganda olacaktır. Hem yüzyıllık yanlışlığı bir filmle ya da kuru bir özürle çözemezsiniz. Neyse.

Kitabın ortasından konuşmakta fayda var; Fatih Akın, kişisel bir hikayeye odaklanarak büyük bir meseleyi ele almak belasından ustalıkla sıyrılmış. Osmanlı’nın son demlerinde, Mardin’de geniş ailesiyle, karısı ve kızlarıyla huzur içinde yaşayan demirci ustası Nazaret Manukyan’ın hikayesidir bu. Büyük Felaket’in başladığı 1915’de başlar hikaye. Sekiz yıl boyunca, dünya alt üst olurken, bizim gördüklerimiz Nazaret’in gördükleridir. Böyle yaparak, “bunu/şunu niye anlatmamış?” yollu saçma soruları baştan boşa çıkarmış oluyor Fatih Akın.

Ve bu bir yol filmidir aslında. Nazaret’in kayıp kızlarını arayışının hikayesidir. Bu kadar. Arka planda olanlar -adı üstünde- bu hikayeye eşlik eden bir fondur.

Filmdeki müzik kullanımı, Nazaret’in içinde sürekli çalan Canoy türküsünün can alıcı ezgisi çok etkileyiciydi doğrusu. Bazı sahneler de öyle. Nazaret’in, 1921 tarihli Kid filmini 1918’de izlemesine takılmayınız; filmi izlerkenki halleri insanın içini burkmaya ve gülümsetmeye yetiyor.

Bendeki en güzel sahne, Nazaret’in yengesini öldürmek zorunda kaldıktan sonra yola/yoluna devam ettiğinde Canoy’un elektrikli bir versiyonu eşliğinde eline aldığı taşları havaya doğru savurmasıdır. Orada tanrıya, acısına, kadere, herkese ve her şeye olan öfkesini kusar gibidir.

Filmin başında Platonov’un Yedinci Kişi’sini andırır biçimde tutunduğu hayat, yol boyunca onu değiştirecektir. Artık tanrıyı sevmemekte ya da en azından güvenmemektedir.

İnsanı tamamen umutsuzluğa itmeden, bir umut ışığı yakarak içimizde, biter film. Nazaret’in hikayesi biter.

Peki bizim hikayemiz ne olacak. Büyük Felaket’in yüzyıncı yılına az kaldı. Ne yapacağız?

Milliyetçilik bir hastalık olduğundan, “iki tarafın” hastaları bu filmi sevmeyebilirler. Nema Problema! ya da Ne Gam! Tedavi olmasalar da belki hastalıklarının farkına varırlar en azından. Teşhis de bir umut olabiliyor bazen!

Onur Çalı