
Sen kimselere benzemezken nasıl olup da kalabalık sokaklarda her gün birini sana benzetip peşinden koşardım, bilemezdim. Kiminin yürüyüşü, kiminin sesi, kiminin bir bakışı, çekip götürürdü beni. Sıklıkla kullandığın bir sözcüğü yinelediği için ardına düştüklerim de olurdu. Seni görebilme arzusuyla kıvranan gönlümü avutmak için kendimi kandırdığımı düşünürdüm sonra. “Sonra” peşinden koştuğum kişinin, sen olmadığını anladığım andı; ümitsizliğin ruhumu yakıp kavurduğu zamandı; seni bir daha hiç görememekten korktuğum, korkunun nefesimi tıkadığı dakikalardı.
Çok daha sonraydı, belki de hiç var olmadığını düşünmeye başlamam… Sensizlik iki yanı keskin bir bıçak gibiydi, değdiği yeri kesip parçalıyordu. İçimde birden fazla ben oluşmuştu ve hepsiyle kavgalıydım. Senin, zihnimde kurguladığım bir öykünün kahramanı olduğuna inanmamı bekliyorlardı. Şaşırıyordum. Aklım karışıyordu. Ne yapacağımı bilemez olmuştum. Seni aramaktan vazgeçip unutmayı denedim önce. Seni unutmaya çalışırken öyküleri de unuttum sonra. Amaçsız yürüyüşlerimde, aklımdan öyküler geçmez olmuştu artık. Son seferini yapmış yorgun bir trendi zihnim. Bedenimse ıssız bir istasyonda, hiç gelmeyecek treni bekleyen yapayalnız bir yolcuydu. O istasyona nerelerden geçip nasıl gelmiştim bilmiyordum. Geçmişim yoktu, anılarım yoktu. Sayfaları hırpalanmış, ıslanmış, mürekkebi dağıldığı için okunamaz hale gelmiş eski bir günlüktü belleğim.
Çekip gitmek yoktu aklımda, çekip giderken… Geceydi, karanlıktı, ıssızdı, yürüyordum. Bilmediğim bir yöne doğru, karanlığa tutuna tutuna yürüyordum. Birden ışıklar yandı. Durdum. Yanı başımda bir hayalet gibi belirdi tren. Hiç tanımadığım bir yerdeydim. Geceydi, karanlıktı, soğuktu, üşüyordum. Yorgun inlemelerle durdu tren. Bir kapı açıldı, bir el uzandı, “Hadi gel,” dedi, “geciktin, kaç zamandır seni bekliyorduk.” Elini tuttum, sıcacıktı, beni içeri çekiverdi. Ben binerken o çabucak aşağı atladı. Kim olduğunu göremeden kapılar kapandı. Umutsuz bir çığlık atarcasına çalıp düdüğünü, derin iç çekişlerle yürüdü tren. Gecenin içinde yitip giden üç gölgenin izini sürdü gözlerim. Alnımı cama dayayıp karanlık her şeyi yok edene dek dışarıyı seyrettim. Kapkara bir boşluktu dünya. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Buz kesmiş alnıma koydum elimi. Elimde, elinin sıcaklığı vardı hâlâ. Dokunuşunla yeniden can buldu bedenim. Belleğime karmakarışık sözcükler üşüştü önce. Sonra usulünce dizilip öykülere dönüştü sözcükler. Öykülerin birinden sen çıkıp geldin.
Demir tekerleklerin sesi, unutulmuş bir ninniydi. Loş koridorda kimseler yoktu. Bütün yolcular uyumuş olmalıydı. Kapısı aralık duran bir kompartımana girip sonsuz rüyalarca uyudum. Uyandığımda, içimde öyküler uçuşuyordu. Nerede olduğumu anlayamadım önce. Yine de emindim, olmam gereken yerde olduğumdan. Sanki her zaman bu trende uyanırmışım gibi telaşsız ve huzurlu, ağır ağır kalkıp pencereye gittim. Geceydi, karanlıktı, ıssızdı ama korkmuyordum. İçimde tanımsız bir dinginlik vardı. Bir şarkının uzayıp giden son nağmesi gibi yavaşlayarak durdu tren. Tozlu pencereyi güçlükle açıp dışarı baktım. Üç kişi yalpalayarak yaklaşıyordu. Uzaktaydılar, güçlükle seçiliyorlardı. Buna rağmen ellerindeki sepetlerden tanıdım onları. O, genç Yahudi ve genç kadın… Nefes nefese girdiler içeri. Uykudan uyanan birkaç yolcu, ilgisizce karıştırdı sepetlerindeki kâğıt tomarlarını. ‘Taze börek, ayran’ sesleri ortalığı çınlatıyordu. Kapı aralığından onları izliyordum. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Az sonra yanıma geleceklerdi. Sepetlerindeki öykülerin hepsini satın alacaktım. “Yarın yine gelin,” diyecektim, “yeni öykülerle, yeniden gelin…” Genç Yahudi ve genç kadın trenden inerken o bir adım geride kalacak, dönüp bana bakacaktı. Yıllardır unuttuğu bir gülüş kıvrılıp kalacaktı dudağının kenarında. Ertesi akşam, tatlı bir düşten uyanmış gibi koşarak gelecekti. Onu heyecanla beklediğimi görünce ciddi ve solgun yüzü gerçek bir gülümsemeyle aydınlanacaktı. Sepeti boşaltıp gidecekti. Koridordan geçerken vagon memuru saygıyla duvara yaslanıp ona yol verecekti. Tren hareket ederken pencereye koşacaktım. O, mağrur adımlarla yürüyerek karanlığa karışacaktı. Ben, karanlığın içinden çıkan her öyküyle yeni bir yaşam bulacaktım.
Oysa düştü bütün bunlar. Tek bir öykü bile satın alamazdım. Hiç param yoktu. Üstelik biletsizdim. Yakalanırsam trenden atılabilirdim. (Bir an bunun hiç de kötü bir fikir olmadığını düşündüm. O istasyonda, ömrümün sonuna dek onun öykülerini okuyarak yaşayabilirdim.) Kapı aralığında nefesimi tutmuş bekliyordum. Dışarı çıkamıyordum. Kapıyı biraz daha araladım. Vagon memuru tam karşımdaydı. Hasır sepeti karıştırıyordu. Bir ses duymuş gibi başını kaldırıp baktı. ‘Ne olacaksa olsun,’ deyip ona doğru bir adım attım. Beni hiç görmüyor gibiydi. İstifini bozmadan kâğıt tomarlarından birini hoyratça çekip aldı. Tam o anda yarasına tuz basılmış gibi acıyla haykırdı tren. Vagon memurunun suratı asıldı. Sert bir sesle, “Hadi çıkın artık” dedi. Onları çıkışa kadar neredeyse iteleyerek götürdü. Sepetlerini telaşla toplayıp kapılar kapanmak üzereyken kendilerini dışarı attılar. Vagon memuru, kompartıman kapılarını tek tek yoklayarak yanıma yaklaşıyordu. Bütün vücudum uyuşmuş gibiydi. Yerimden kıpırdayamıyordum. Orada öylece donup kalmıştım. Güçsüz görünmeyi hiç istemediğim halde, gözlerimden istemsizce akan yaşlara engel olamıyordum. Memur yaklaştı, yaklaştı ve tam yanımda durdu. Soluğunu yüzümde hissediyordum. Kaderime boyun eğercesine gözlerimi kapattım. Sonsuz saniyelerce bekledim. Bildiğim tüm öyküler bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Bir çocuk ağladı, bir kapı gıcırdadı, sonra tüm sesler sustu. Kirpiklerimin arasından gördüğüm gölgesi silindi. Gözlerimi karanlığa açtım. Gitmişti… Kompartımanıma dönüp bir ölü gibi yatağa uzandım.
Yüzüme dikilmiş bakışların ağırlığıyla uyandım. Uzun esnemelerle gerinerek sallandı tren. Başucumda dört beş yaşlarında küçük bir kız, simsiyah gözlerini yüzüme dikmiş, uyanmamı bekliyordu. Elindeki sucuk ekmeğin kokusu öylesine iştah açıcıydı ki, acıktığımı fark ettim. Anladı. Ekmeğini bölüp yarısını bana uzattı. Kıtlıktan çıkmışçasına çarçabuk yedim. Işıl ışıl güldü. Geceye ay doğdu, kompartıman aydınlandı. Bir kadın sesi, haykırarak bir ismi arıyordu. “Buradayım anne!” dedi, ışıltılı küçük kız. Anne, korkudan büyümüş gözlerle kızına sarıldı. Küçücük elini tutup giderken “Aferin sana, ne de çabuk yemişsin” diyerek pohpohladı kızını. Bir çift siyah göz, dönüp bana baktı. “Hoşça kal” derken çıngıraklı kahkahalar bıraktı ardında. Anne kızını yalancıktan azarladı. “Hayali arkadaşlar uydurma yaşını geçecek kadar büyüdüğünü sanıyordum,” dedi. Sonra, kapının önünde dikilip duran vagon memuruna dönüp “Şu seyyar satıcıları sokmasanız içeri” diye, sitem etti. Memur bıyık altından gülerek küçük kızın elindeki sucuk ekmeğe baktı. “Haklısınız,” dedi, “ortalık kötü…” Sonra omuzlarını dikleştirip kısacık boyundan beklenmeyecek denli büyük adımlarla yürüyüp gitti, hıncını bir köşede eserlerini beğendirmeye çalışan hikâyecilerden aldı. İte kaka üçünü de indirdi trenden. Koridordan rüzgâr gibi geçerek kapıya ulaştım. “Aç kapıyı” diye bağırdım, duymadı. Omuzlarını sarstım, kımıldamadı. Varlığımdan habersizce, elindeki kâğıt tomarını açtı. “Yine son kopyayı vermiş” diye söylendi. Tren sarsılarak yola koyuldu. Uykulu gözler yataklarına döndü. Bütün kapılar kapandı. Sesler mırıltıya dönüştü. Usta bir maratoncu gibi ritmik nefes alış verişlerle ilerledi tren. Vagon memuru omuzlarını düşürdü, sessiz adımlarla, koridoru geçip yataklı vagondan çıktı. Bir gölge gibi peşine düştüm. Elindeki öykünün peşine…
Gece ekspresi, gecelerce gitti geldi. Hep aynı kompartımanda kalıyordum. Numarası yoktu. Bu yüzden kayıtlarda gözükmüyordu. Kayıtlara geçmeyen kompartıman da yok sayılıyordu vagon memurlarının gözünde. Bu benim işime geliyordu. Kimsenin giremediği, yolcuların unuttuğu eşyalarla döşenmiş, kendime ait bir odam vardı artık. Hiç çiçeğim yoktu ama pencerenin önüne koyduğum küçük mavi vazoya, yaldızlı çikolata kâğıtlarından yaptığım gülleri yerleştirmiştim. Bir duvarı boydan boya manzara resimleriyle süslemiştim. En çok da güneşli, kır manzaralarını seviyordum. Gündüzleri uyuyarak geçirdiğim için güneşi pek az görebiliyordum. Geceleri o istasyonda durduğumuzda öyküleri kimlerin satın aldığını bilmek için uyanık olmak zorundaydım. Sonra, yolcuların uyumasını bekleyip bavullarına, çantalarına tıkıştırdıkları öyküleri bulup koridorun loş ışığında gizlice okuyordum. Daha sonra onları kimse görmeden aldığım yere koymam gerekiyordu. Şüphelensinler istemiyordum. Çocuklara dikkat etmem gerektiğini biliyordum. Neyse ki onların sözlerini kimse umursamıyordu. Bazı geceler uykusu kaçan çocuklara öyküler okuyordum. Çoğunu anlamıyorlardı ama seviyorlardı. Beni de seviyorlardı, bunu hissediyordum. Yarısı içilmiş sütlerini, meyve sularını veriyorlardı bana. Annelerinin yaptığı kurabiyelerden ikram ediyorlardı.
Bazen treni bir uçtan bir uca dolaşıyordum. Diğer vagonlarda çok fazla öykü alıcısı yoktu ama ben bir tekini bile kaçırmadan hepsini okumak istiyordum. Öykülerini okudukça hayatı onun gözleriyle kavrayıp yeniden doğuyordum. Bazı günler, okuduğum bir öykü, aklımı öylesine meşgul ediyordu ki uykum kaçıyordu. Öyle zamanlarda, onu görmek, onunla konuşmak için karşı konulmaz bir arzu duyuyordum. Bir gün, bu trenin dışında da yaşayabilecek kadar güçlü olacağımı düşünerek avutuyordum kendimi. Onunla birlikte hayatı öğreniyordum. Son günlerde genç Yahudi’nin öykülerini de yazmaya başlamıştı. O benzersiz dili ele veriyordu yazarını. Onun hastalığına üzüldüğünü biliyordum. Satır aralarına gizliyordu kederini. Ben de onunla beraber acı çekiyordum. Bir ara âşık oldu, öykülerinde aşkı anlattı sayfalarca. Genç kadın, bir süre sonra onu terk edip gittiğinde -genç Yahudi çoktan ölmüştü o sırada- sonbahar, hüzünlü bir yalnızlığı tanımlıyordu. Artık daha az yazıyordu. Yazdıkları gittikçe anlaşılmaz oluyordu. Öykülerini dikkatle okumama rağmen kimi zaman kafam karışıyordu. Böyle zamanlarda umutsuzluğa yenik düşmekten korkuyordum. Onun da kafası karışıktı, biliyordum.
Yeni demiryolu hattının açılacağına dair söylentiler vardı. Çok geçmedi; ekspres, haftada bir uğrar oldu istasyona. Bu kez eskisi gibi kısa öyküler yerine, daha uzun öyküler yazmaya başladı. Fakat daha az alıcı bulabiliyordu. Kimi geceler hiç satış yapamadan indiği oluyordu trenden. Neyse ki vagon memuruna bir kopya bırakıyordu her seferinde. O da çoğu zaman okumadan bir köşeye bırakıp unutuyordu öyküyü. Unutulmuş öykülerle bir kütüphane bile kurmuştum odamda. Bir gün -zamanı geldiğinde- bu trenden inip bütün öykülerini bir kitapta toplayacağımı hayal ediyordum. Öykülerin hangi sırayla dizileceğini bile planlamıştım. Son bir öyküyü bekliyordum. O da gelince kitap hazır olacaktı.
O öyküyü bana kendi eliyle verdi. Son geceydi. -Bilemezdim.- Çoğu zamanımı kütüphanemde geçirmeye başladığımdan yolcuların konuştuklarına kulak vermez olmuştum. Vagon memurunun “Eh, artık bu son sefer” dediğini duymuş ama aldırmamıştım. Aklım fikrim o kitaptaydı. O gece, onu her zamankinden daha yorgun ve bitkin gördüğümde, benim de omuzlarım düşmüş, içimi bir keder kaplamıştı. Kompartımanların çoğu boştu. Çok az yolcu vardı ve hiç biri öyküyü satın almak istememişti. Vagon memuru da ortalarda yoktu. Öyküyü kaçırmak istemiyordum. Adım adım peşinden yürüdüm. Kapının yanında durdu, bir süre bekledi, sonra birden arkasına döndü. Göz göze geldik. Gözleri, delip geçti gözlerimi. Öyküler aktı içime. Rulo hâlindeki kâğıt tomarını elime tutuştururken “Bu senin için” diye fısıldadı. Elleri buz gibiydi. Ölüyorum sandım, -ölüyor sandım- kıpırdayamadım. Trenden indi, karanlığın içinde yitip gitti.
Zaman, pili bitmiş bir saat gibi hep aynı yerde titreşerek takılıp kaldı. Pencerelerden isimsiz istasyonlar geçti. Sonra -bir süre sonra- nefesi kesilmiş gibi ansızın durdu tren. Yolcuların hepsi inmişti. Ben de inmek istiyordum ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Nerede olduğumu sorabileceğim kimse de yoktu. Vagon memurunu ne zamandır görmüyordum. Odamı arıyordum, bulamıyordum. Bütün kompartımanlar birbirine benziyordu. Hepsinin numaraları sökülmüştü. Tek varlığım elimdeki o öyküydü:
Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya
Her satırını ezberlemiştim. Bir ipucu bulmaya çalışıyordum. Ona ulaşabilmek için -ya da onun bana ulaşabilmesi için- bir yol arıyordum. Öyküyü soluksuz okuyup bitiriyordum. Sonra bir şeyleri kaçırdığımı fark edip yeniden okuyordum. Her okuyuşumda o çıkıyordu karşıma, onun çığlığını duyuyordum. Sonra dayanamayıp avazım çıktığı kadar haykırıyordum: Ben buradayım sevgili yazar, sen neredesin?
Aygün Güçer
Roman Kahramanları dergisinin ikinci sayısında (Nisan-Haziran 2010) yayımlanmıştır.
Çok güzelmiş…