221db-unnamed2b4

Dün, yıllar sonra ilk defa bir adamı sevdim. Onu da beceremedim. Kedi gibi sevdim adamı. Sakallarını, çenesini okşadım, yüzünü avuç içlerime aldım, yüzümü yüzüne sürdüm, geri çekilip gözbebeklerine baktım…

Ben bir kadeh daha alayım, serin olsun.

Ufak, kare, ceviz masanın eşkenarlarından birinde oturup, loş ışıkta karşımdakinin elleriyle oynadım. Parmaklarına parmaklarımla değdim, değdim çekildim, değdim çekildim. Uzandım kollarını ittirdim. Durup baktım, çaktım gözlerimi gözlerine, aynısını bana yapmasını bekledim. Güldü. Güldü ama yaptı. Oynamaya başladık…

Günlerin sonuna dek kendi etrafımda dönerek hiç olmaya yüz tutmuş ben, nihayet, kendimi affettim. En büyük ızdırabını yendiği gün insan, ya kapı duvara veyahut şefkatten tüle dönüşür, derdi ninem.

İnce, saydam, beyaz bir tül gibi… Dört duvarımdan rüzgarla taşıp, bir kedinin yüzüne değdim dün gece.

Bana bir kadeh daha lütfen! Lütfen daha serin…

Masalarda iki kadın, iki erkek, bir kadın-bir erkek ve diğer ihtimaller. Kadınlar ve erkekler. Seviyorlar birbirlerini. Nefret ediyorlar birbirlerinden. Ya yalan söylüyorlar birbirlerine, ya eksik. Ya fazla söyleyip yaralıyorlar birbirlerini, ya herkes kendine saklıyor dünyasını.

Dün. Gece. Biz. Bir kadın, bir erkek oturuyorduk. Karşılıklı. Bacaklarım karıncalanıyordu. Kasıklarım ateş. Ellerimle sarmak istiyordum onu. Ellerimle, kollarımla, bacaklarımla sarılarak konuşmak. Ağzımdan tek kelime çıkmadan severek, dokunarak anlatmak kendimi.

Edebi, bilgece şeylerden bahsediyor olmalıydı konuştuğunda; hayattan, kaostan, ne yapmalılardan. Ağzımın, boynumun, ellerimin ne güzel olduğunu söylemiş olmalı sırayla. Sözcüklerin kıymeti yoktu. Bölünmek istemiyordum. Mırıltılarını ve yaramaz gözlerini takip ediyordum yalnız. Gülüşünü, vücudunun tanımadığım şekiller alışını, masanın üzerinden bana uzandığında evrenin nasıl da küçülüp cebime girdiğini, dudaklarının tadını, nefesinin sıcağını yaşıyordum sadece. Saçlarıma bakıyordu, ağzı kıpırdıyor, gülümsüyordu, parmaklarını defalarca geçirdi aralarından. Gözlerimi yavaşça yumdum, açtım. Taklidimi yaptı. Oyundaydım. Oyundaydık. Gözbebekleri büyüdü, kocaman oldu.

Ah, yine içime şefkat doldu!

İyice sevmeliydim bu sefer onu. Şarap fondiplenir mi? Yaptım, oldu. Kalkıp yanına gittim. Kimse umrumda değildi. Sivri, üçgen çenesinden tutup, başını göğüslerime yasladım. Öpüştük. Bacaklarıma dolandı elleri. Tırnaklarını çıkardı.

Gerçek olsun istiyordum. Gerçek olmak istiyordum. Gerçek olalım. Tutkuyla gerçeği arıyordum. Üç kadeh şaraptan çok, belli ki yeni tutkum fena halde kanıma karışmıştı. Etimi, benliğimi, var oluşumu acıtacak kadar sivri gerçeklerle boğuşmak istiyordum tam o an. Kanırtmak istiyordum gerçeklerle kendimi.

Gerçeği söyle bana! Gerçek ol!

Gözlerimde yaş kalmayıncaya kadar bakmak istiyordum gerçeğe, gözümü kırpmadan. Haniydi gerçek? Var mıydı anlamı? Benim olacak mıydı! Sürtünmek istiyordum, sürtünerek inlemek, inleyerek alev almak, gerçeğe dönmek, hayat bulmak istiyordum, istediğim her şey canımı yakıyordu.

Bir taksi buldu. Öptü beni. Sakalları çeneme, burnuma, yanaklarıma değdi. Avuçladım yüzünü. Gözlerimin neden dolduğunu sordu, dolmadığını söyledim, ama vedaları sevmiyordum. Gerçek buydu. Gülümsedi. Gözbebekleri karanlık sokakta yarım ay…

Dün gece nice zaman sonra, ben yeniden bir adam sevdim. Sevmeyi ne çok özlemişim de anlaşılan, kendimi nasıl sevdireceğimi bilememişim. Bir zamanlar bildiğim ne varsa unutup incecik, tül gibi çıkmışım evden.

Yaralandım. Gerçeklerle. Döndüm evime. Çok acıdı. Tam istediğim gibi.

Topaç gibi dönüyorum şimdi gene kendi etrafımda.

Kedi beni gör. Kedi benle oyna…

Vuslat Çamkerten

Resim (Just Lines): Burcu Firdevs Demirağ