79c18-giampietrino-last-supper-ca-1520.jpg

Son akşam yemeği için, sağdan soldan gelip toplandılar. İnce uzun masada nimet ne varsa, ondan bundan karınlarını doyurup, Antakya şarabıyla boğazlarını ısladılar. Kutsal kâselerden içilen şarap, dördüncü beşinci kadehi bulunca, üçerli bir araya gelip, muhabbete koyuldular. Geçim derdi, Pontus Pilatus’un cilveli hanımı, havaların oynak durumu ve sair fasıllardan sonra fısır fısır dedikodu başladı.

Bir ara Andrea, Küçük Yakup’a doğru eğilip, gözüyle de mimleyerek, “Bu Bartelemeo’ya içki iyi gelmiyor. Ne konuştuğunu bilmiyor. Küfrün bini bir para. Olacak iş değil yeminle,” dedi. Yakup, önce gözleri kan çanağına dönmüş Bartelemeo’yu tepeden aşağı süzdü. Yüzünü ekşitecek oldu ama vazgeçti. Sonra ağzını kolunun yeniyle silip, masanın öte ucuna doğru döndü. “O değil de, ben asıl Yuhanna’dan huylanıyorum babacığım. Böyle sinsi bir tarafı var. Aman diyeyim yanında bir şey konuşurken dikkat edin. Benden söylemesi.” Kafalar Yuhanna’ya çevrildi bir an. Ardından, sakınırcasına biraz daha birbirlerine sokuldular ve Simon dayanamayıp, sağ elini de ağzına siper ederek, “Agacım, siz asıl bu Petrus’u bilmiyorsunuz. İşi gücü, yardımcı olacağım ayağıyla İsa’ya yaltaklanma. Peşinden ayrılmıyor billahi. Gözü yukarılarda,” deyip, sözünün bitiminde kafasını, kaplumbağa gibi kabuğuna gömüp, göz ucuyla sağına soluna bakındı.

Söz döndü dolaştı, nasıl olduysa Petrus’un kulağına kadar gitti ve Petrus o dakika, “Ağzınızdan çıkanı tartın da konuşun,” diyerek ayağa fırladı. Ateş saçan sol gözü Simon’un üstündeyken, bir taraftan da sağ gözüyle İsa’yı kolluyordu. “Bizim gayretimiz meclisin devamı için ama nerede sizde bunu idrak edecek akıl. İstenmediğim yerde de bi dakka durmam.” Petrus, alı al moru mor vaziyette söylenerek kapıya yönelmişken ve yanındakiler, etme gitme aman, diye kollarından çekiştirirken, öte taraftan Yehuda, “Ben de durmam, ne duracağım. Hazır Romalıdan da keseyi kapmışım. Asıl ben gidiyorum,” diye ayaklandı. Basık tavanlı odayı bir uğultudur aldı. Çift tarafı bileylenmiş sözler birbirine karıştı. İnsan oğulları öz benliğine büründü. Eller kollar hararetle sallanıp, kimse kimsenin dediğini dinlemezken, ayaklar bir adım dışarı, iki adım içeri gidip gelirken Tomas da, “Bu meclisin tadı kalmadı beyler. Bir hainlik seziyorum havada. Ben de kaçarım,” diye vedalaşmak üzere İsa’nın yanına yöneldi.

Ötekiler de, doğruluktan sıvışmak üzere kavilleşmiş olacaklar ki ben, yok ben, asıl ben gideceğim, diye yollara dökülürken İsa, hiddetle masaya vurup, “Oturun hepiniz,” dedi. Oturdular. Sıkıysa sen oturma, koskoca peygamber. Ve bir zaman, ağırcana sessizlik kapladı salonu. Az önce kuyu gibi açılmış ağızlar kapandı, ateş salan gözleri kül bastı. Başlar öne eğildi.

İsa, siniri az yatışınca, “Çocuk gibisiniz yeminle. Ölümlü dünyada neyi paylaşamıyorsunuz bir anlasam. Yok bir dakika durmazmış, yok efendim ayrılırmış. Boş laf. Herkes sizi on iki havari biliyor, on bir olup, on olup millete güldürecek misiniz kendinizi,” dedi ve söylediklerinin etkisini tartmak için göz ucuyla bir sağına bir soluna bakındı. Başlar, süt dökmüş kedi gibi yerdeydi. Nasıl olmasın. Sonra kaldığı yerden, “Bundan bin beş yüz sene sonra herifçinin biri resminizi yapmaya kalksa, sizin şu mübarek meclisi terk etmeniz yüzünden dengeyi yakalayamaz. Biraz geleceği hesaba katın, başkalarını da düşünün,” diye ekledi. Kollarını her iki yana kocaman açıp, başını sol yanına doğru eğdi. Hüznüyle bütün odayı kavradı ve sonra kollarını göğsünde bağlayıp, arkasına yaslandı. “Az akıllı, az efendi olun yahu. Yardımcı olacağınız yerde.”

Herkes, dut yemiş gibi öylece kalakalmışken Büyük Yakup sakalını sıvazlayıp orta yere, “Doğru diyor vallahi be, biz de hepten aykırı gideriz. Ayıptır kızanlar. Bu adamın da bunca emeğine yazık ederiz,” dedi. Evet, evet diyerek mahcup, kafalarını sallayıp, ekmek bölüştüler.

Bir zaman sonra masa tekrar eski neşeli havasını buldu. İnsanlığın şerefine kadehler kaldırıldı. Uzun ve sağlıklı ömür temennileri sardı dört bir yanı. İsa, duyduğuna kederle gülümsedi. Kavga edenler kucaklaşıp barıştı. Küçükler büyüklerin elini öptü. Gecenin ilerleyen saatlerinde buzlar tam da erimişti ki karnı guruldayan Andrea, Bartelemeo’ya, “Ekmek, ekmek, içimiz kurudu. Balık kalmadı mıydı?” diye sordu. Önden ‘La Havle’ çeken Bartelemo ters ters bakıp, “Bir de doy be kardeşim. Fil gibi oldun, daha da balık soruyorsun,” deyip üstüne de okkalı bir küfür etti ki kavgada söylenmez, şimdi ben de söylemeyeyim. Velhasıl çıngar yeniden koptu.

Herkes o sinirle ve eski mevzuların da etkisiyle birbirine yumruk sallamaktaydı ki İsa, “Yeter kardeşim sizinle uğraştığım. İşiniz gücünüz tepişmek. Ruhunuza ısırgan otu karışmış. Ben gidiyorum. Ne olacaksa olsun,” diyerek ayaklandı. On iki havarinin şaşkın bakışları arasında, kapıya doğru üç adım attı. Tam odayı terk edecekti ki bir şey hatırlamış olacak, masanın başına geri döndü ve bir testi şarapla, koca bir somunu örtünün üstüne bıraktı. “Alın bu kanım, bu da canım. Yediniz bitirdiniz beni. Gözünüz doysun,” dedi ve tan ağarmaya yüz tutmuşken, aydınlığa doğru çekip gitti. Horozlar ötüyordu. Galiba! Emin değilim. Belki de ötmüyorlardı. Geride kalanlar ardından ağladılar ama nafile.

Fuat Sevimay

Öykü, yazarın “Ara Nağme” adlı kitabında yer almaktadır.