
İzmir’den gelirlerdi. Yeşildere’nin yukarlarından, Tenekeli Mahalle’den. Daha doğrusu, gidip getirirdi babam. Sülalenin birçok şeyinden sorumlu, otuzlu yaşlarında afili bir adam. Bir düğün olacaksa, çalgıcıları getirmek onun işi.
Telefon, jandarma karakolunda, Nahiye Müdürlüğünde ve eşraftan birkaç kişinin evindeydi o yıllarda. Babam sabah otobüsüyle gider, aynı otobüsle akşam hep birlikte gelirlerdi düğün arifesinde.
En az üç kişi olurdu ekip; tef, dümbelek ve kemane. Keman değil, kemane. Biraz daha paraya kıyarsa düğün sahibi, dördüncü saz cümbüş olurdu mutlaka. Kına gecelerinin vazgeçilmez dörtlüsüydüler.
Ekip başı Ünzile’ydi. Yüzündeki kırışıkların derininde bilgelik, bir görmüş geçirmişlik okunurdu. Diğerlerinden yaşlıydı. Geceyi o başlatır, o bitirirdi. İtiraz edilmezdi söylediğine; ama saygıdan, ama sevgiden. Nedense kemaneci değişirdi bazen. Her birinin kendine özgü bir tutuşu ve yay çekişi olurdu. Şarkılar, türküler doğaçlama söylenirdi. Onlardan duyduğumuz şekliyle, ağzımızı yaya yaya, telaffuz hatalarına gülerek söylemek için yarışırdık ertesi gün.
Geçişlerde, ufak bir göz ya da kaş işaretiyle şarkının ismini yüzüne yazardı Ünzile. Kemane onu dillendirir, cümbüşün ardına takılırdı dümbelek. Şaşmazdı bu diziliş. Şaşar da farklı şarkıya girilirse, kendi aralarındaki kahkaha seli bütün kadınları sarardı. Belki de kasten gülmeye bahane yaratırdı hınzırın biri.
Dört sandalye bitişik otururlardı neredeyse. Ünzile’nin yanındaki sehpada cigara tabakası, küllüğü ve pek kullanmasa da kibriti dururdu. Ağzının kıyından sarkan cıgarasının son nefesinden yakardı yenisini. Bir elinin boş kalması için olsa gerek, sadece tef çalardı Ünzile. Düzgün, parlak esmerliği, güneş yanığı değildi. Kınalı saçlarını toplayan çemberin uçları tepede tavşankulağı gibi sallanırdı tefe vurdukça. Bir yanı yukarı kayık ağzının kıyısında tüten cıgaranın dumanı gözünü yaktığından, sol gözü hep yarım kısıktı. Arada bir de gazeteye sarılmış uzun bir bardak gelir giderdi. Sadece o içerdi o bardaktan.
Gecenin bitime yaklaştığının habercisi, onun şarkıya girmesiydi. O başlayınca, geceye sürpriz assolist çıkmış gibi olurdu. Nikotinle tarazlanmış sesine hüznü ve neşeyi hiç zorlanmadan yakıştırırdı.
Çocuk sayıldığım için sakınmazdı kadınlar ve bütün gece onu gözlerdim. Severdim hiçbir kadına benzemeyen nikotin sesli Ünzile’yi.
O düğünde dört sandalye vardı ama sehpa yoktu. Sonra, dört kadın geldi ama Ünzile yoktu. Annemler fısıldaşırken duydum ilk kez o gece “sekte i kalb”i. Bir de, “Çok içerdi be rahmetli!”
Servet Şengül
Ben de dün duydum sekte i kalbi. Üstelik çok da içmezdi rahmetli.
Sekte i kalp, bir insanlık hali olup evveli ve ahiri, zehiri ve panzehiri yine insandır.Ergen yaşlarda aşk, sevda, karasevda gibi med-cezirler kalp üzerinde kırıklar oluşturur. Bu kırıklar ise ağrı, sızı, çarpıntı hatta gül gibi kanamalara sebep olur. Tedavisi yoktur çünkü kabul etmez melhemi. Şiir, öykü okuyup yazanlarda iyileşme görülse de yeniden aşık olmayı özendiren yan etkileri sebebiyle tavsiye edilmez.Tıbben bilinse de görüntülenemeyen bir durumdur. Çok yakın bir dost ya da sevgilinin sessiz dokunuşlarıyla hissedilebilir. Yaralı kuşa taş, kalbi kırılmışa laf atılmaz. Annelerin \”..sebebim olacaksın!\” sözü, sekte i kalbin habercisidir.servet