49f65-memetbaydur
Memet Baydur

Güzin’le deniz aslanlarının önünde karşılaştık. Nasıl derler, soğuk bir bahar sabahıydı. Nisan ortası bir perşembe. Haftanın bu gününde bu saatte hayvanat bahçesinde benden başka kim bulunabilirdi? İzinli ya da kaçak erbaş takımı, işsiz güçsüz bir avuç insan, belki bir iki köylü. Oysa deniz aslanlarının önünde Güzin’le burun buruna gelmiştik işte. Ben çok satan bir dedikodu dergisinin foto muhabiriydim dört yıldır. Güzin’i görmeyeli… dört yıl oluyordu. Güzin yine çok güzeldi, çok güzel bir kırk dört yaş insanıydı, matematik bölümündeki en genç profesördü, çok duru, çok sade, çok alımlıydı bu sabah deniz aslanlarının önünde bile, gülümseyerek bana bakıyordu, sigaramı ağzımdan düşürünce gülümseyerek yüzüme bakmaya devam etti. Güzin, güzin, üzin, zin, inn.

“Merhaba.”

“Merhaba.”

“Ne işin var burda senin?”

Gülümseyerek, sanki beni görmekten hoşnutmuş gibi yüzüme baktı durmadan. Daha işin başında (hangi işin başında?) sersemce bir soru sormuştum galiba. Ne işin var burda seninmiş? Benim burada ne işim vardı peki? Deniz aslanları üstüne şiirsel bir belgesel hazırlıyordum da. Yalan olduğu o kadar belli ki… Evde canım sıkıldı, hayvanat bahçesine gideyim dedim. Kömür bitmiş, kaloriferler yanmıyor, burası sıcaktır diye düşündüm ve… saçmalıyorum değil mi? Hiç değişmemişsin, hep güzelsin.

Güzin gülerek, “Ya senin ne işin var burada bu saatte?” diye sordu sonunda. Kahve içmeye, yazı yazmaya, hayvanlara bakmaya, biraz düşünmeye geldim, bir iki fotoğraf çekerim belki dedim. Aslında seni çok özledim, sevişmelerimiz hiç aklımdan çıkmıyor, başka hanımlarla yatıp kalkarken de hep seni düşünüyorum demek istiyordum ama bunları söylemenin pek uygun olmadığını da biliyordum.

Bir zamanlar nasıl derler evliydik biz. İkimiz, Güzin’le ben. Yirmi ikişer yaşındaydık. Aynı yıl aynı ay doğmuşuz. Güzin benden bir hafta büyüktür. O üniversitedeydi, ben bir caz kulübünde davul çalıyordum. Tanıştık bir işçi partisi mitingde. Ben politik yelpazenin aşırı ucunda ılımlı bir sosyalisttim. Güzin nasıl derler daha bilimsel ve daha eee şeydi, radikal. Daha katı, ödünsüz bir devrimciydi. Hep öyle kaldı güzelliğini, zekâsını, aklını, mizah duygusunu yitirmeden hep yani öyle kaldı. Petek pastanesi vardı o zamanlar limonlu votka ve kuru pasta servisi yapan. Üç beş arkadaş oraya gittik, tam karşıma oturdu, gülümseyerek, şimdi deniz aslanlarının önünde yaptığı gibi yüzüme bakıyordu. Bir şey söyle ey güzel insan, kurtar beni bu büyüden, öleceğim yoksa, un ufak olacağım filan dedim. Gülsün istiyordum, ciddileşti.

“Kahverengi takım elbise giyilmez.”

Kahverengi takım elbise giyilmez deyip sustu. Kahverengi bir takım elbise giymiştim o gün. Eski ama çok eski değil, yünlü bir kumaş, kırçıllı. Bir bu kıyafetim var, bir de lacivert ceket, gri pantolon. Ya onu giyiyorum, ya da bunu. Ayrıca parti mitinginden gelmişiz buraya, kuru pasta yiyip konuşuyoruz, giysinin ne önemi var? Mühim olan içindeki. Neden dedim. Neden kahverengi takım giyilmez. Bilmiyorum dedi. Siyah, gri, lacivert o kadar. Sonra ne yaptığımı sordu. Fotoğrafçıyım dedim. Kahverengi kulübünde davul çalıyorum geceyarısı ile sabahın ilk ışıkları arasında, şiir yazıyorum. Bir bodrum katında, iki odalı bir dairede yalnız yaşıyorum. Büyük tasarılarım var. Büyük tasalar mı? Yok tasa değil, tasarı… proje. Ne gibi? Gülümseyerek aptal aptal yüzüne baktım. Seninle evleneceğim, iki, tercihen üç ya da dört çocuğumuz olacak. Seni yeryüzünün en mutlu insanı yapacağım. Evet, biliyorum son derece aptal düşünceler bunlar ama o akşamüstü o pastanede bunlar geçiyordu aklımdan. Yediğim içtiğim her şeyi üstüme başıma döktüm. Kahverengi kıyafetim perişan oldu. Kirli karların arasından geçerek evine kadar yürüdük, elimi sıktı, yine görüşmek üzere dedi, neden bilmem güldü yine. Âşık olmuştum.

Geceyarısı küçük caz kulübünde davulun başına oturdum ve sabaha kadar Güzin’i düşünerek davul çaldım. Biz bir dörtlüyüz aslında. Davulda ben, kontrbasta Hidayet (senfonide çello çalar, akşamları burada sabaha kadar), tenor saksafonda Mıgırdiç abi (asıl adı Mıgırdiç değil, Mıgırdıç ama çok içtiği için aramızda Mıgırdiç deriz, dünyanın en iyi insanıdır, Engels’in iki kitabının özetini Türkçeye çevirmiş zamanında), piyanodaysa Kör Necip. Necip abi o yıllarda elli küsur yaşında filandı. Kör değildi, tam tersine baykuş-puhu gibi sapasağlamdı gözleri ama gece gündüz kara gözlüklerle dolaşırdı. Birlikte çalıştığımız yedi yıl içinde (gece gündüz) bir kere o güneş gözlükleri olmadan görmedim Necip Abiyi. Gençliğinde Monte Carlo’da, Karakas’ta, Hamburg’ta ve oralara gelip giden gemilerde çalışmış. İyi piyanistti Allah rahmet eylesin ama onunki başka hikâye. Güzin’le tanıştığımız akşam bir karış havada yürüyorum, elimi sonsuzluğa daldırmışım sanki, herkes ve her şey güzel gözüküyor gözüme. Öyle geldim kulübe. Oturduk çalıyoruz. Olağan bir akşam. Garson Abbas müşteriye viski, cin, votka taşıyor. Misafir müzisyenler de vardı. Trompetini alıp gelmiş Kemal. Alto saksafonuyla Gözlüklü Sami. Sabahın sekizinde çıktım ki eskimiş karın üstüne yeni bir kar yağmış bütün gece. Yer gök bembeyaz. Eve gidip ağladım. Sonra bir çay demledim ve yine ağladım.

“Eee, daha ne var ne yok?”

Güzin beklemediğim bir şey yapıyor. Beklemediğim ve çok istediğim ve neredeyse tamamen unuttuğum bir şey. Elini uzatıp avcunun içiyle yanağımı okşuyor. Görüşmeyeli dört yıl olmuş. Deniz aslanlarının önündeyiz. Şimdi sorsam olur mu? Yutkunuyorum. Biraz öteden çok içli, müthiş derin bir çığlık. İrkiliyorum. Filler çıkmış ortaya. Üç muazzam fil dolanıyor deniz aslanlarının kuzeyinde, bir başka bahçede. Bastrombon ile tuba arası bir ses çıkarıyorlar. Faa, sool, sibemool, dooo. Gel sana bir kahve ısmarlayayım. Oturup iki laf ederiz. Ne işin var burada? Senin ne işin var burada? Ben burada iş arıyorum canım! Bir penguen kadrosu boşalmış, yeni duydum, belki Bengal kaplanının yuvasını yapma işini alırım, belki o yalnız bufalonun samanını değiştirmeme izin verirler bilinmez ki… Eski eşiyle bir Perşembe sabahı hayvanat bahçesinde karşılaşan bir adam nasıl davranır? Gergedanlarla devekuşlarının arasındaki köhne kahveye oturuyoruz. Güzin, güzin gibi.

Birbirimize baktık üç beş dakika. Sonra yüzüme, gözüme, kaşlarıma, kirpiklerime bakarak, “Monachus monachus” dedi. Evet dedim ben de, aynen öyle, monachus monachus bir durumdayım sevgilim üstelik gittikçe zorlanıyorum nasıl derler üç kere monachus bir vaziyet hâsıl oluyor, ne yapacağımı zaten bilmezdim artık nasıl yapacağımı da bilmiyorum, izin verirsen bir fotoğrafını çekmek istiyorum şimdi, ne kadar güzelsin bilemezsin, hayır bilirsin tabii neden bilmeyesin, monachus monachus dedin de aklıma geldi, klik klik klik, üç kere çektim kızma hemen, kahve içelim burada konyak yoktur, neydi o bir zamanlar çok severdik bir konyak vardı, yazar bir herifin adıydı o marka… Camus. Haklısın sevgilim, Camu’den herif diye bahsetmek olmaz, ayıp ediyorum. Fotoğraf çekmenin sesi de klik klik olmamalı, bu da başka bir mesele. Güzin kâğıt bir mendille gözlerini kuruladı ve bir bakışta susturdu beni. Monachus meselesini açıklığa kavuşturdu önce. Biraz önce o kirli su havuzunun içinde yüzen şişko fokun, deniz aslanının özgün adıymış. Neden iki kere söyleniyor bu hayvan adları? Bu da anlamsız bir muamma valla!

“Eskiden böyle yaptığın zaman hoşuma giderdi, gülerdim, şimdi gördüğün gibi gözlerim doluyor, sinirimden ağlıyorum, mutsuz oluyorum seni görünce…”

Beni görünce ha? Güzin, dört yıldır ilk kez görüyorsun beni. Hayvanat bahçesinde deniz aslanı denilen şişko monachus monachus’un önünde karşılaştık. Küçük çaplı bir mucize bu! İstediğin kadar ağla, ben bana hâlâ âşık olduğunu düşünüyorum canım. Gülme lütfen rica ederim.

“Yeni bir hayatım var benim.” Bunu nedense bağırarak, ince ve yüksek bir sesle söylemişti. Devekuşları tarafından ne deveye ne de kuşa benzer sesler geliyordu. Filler artık iyice uyanmışlardı, fil gibi oynaşıyorlardı birbirleriyle. Yeni bir hayatım var benim. Güzin’in yüzüne baktım. Karga karga gak dedi, çık şu dala bak dedi dedim. Yine ağlamaya başladı. Bu kız beni seviyordu galiba. İnsanın eski karısıyla (böyle söylemek gerekiyormuş) burada bu hayvanat bahçesi şartlarında karşılaştığı zaman söyleyeceği, yapacağı şeyler kısıtlıdır, kısıtlıymış. Soğuk bir nisan sabahı sizi görüp yüzünüzü okşayan, sonra da ağlamamaya çalışarak ağlayan güzel mi güzel bir kadının karşısında ne yapabilirsiniz? Kendimi suçlamaya başladım tam gaz. Yeni hayat? Bir roman adı gibi. Yeni hayatın varsa, benim de beyaz kalem var canım. Rest. Papaz dö per! Sizin neyiniz var? Benim adım kırmızı. Kara kitabın içine yazalım öyleyse. İki kırmızı, üç kara, bir beyaz burç. Yapma böyle diyorsun ama yaşlı gözlerle elimi okşuyorsun ama olmaz ki biliyorsun bazı “şeyler” korkudan, kuşkudan, çocukluktan arda kalan aptalca formüllerle açıklanamaz canımın içi sevgilim bir tanem. Lafın gelişi böyle söylüyorum. Kızma bana. Sessiz bir eve gidip orada mı konuşsak, ne yapsak? Cevdet beyle oğullarını da çağırırız tanık olarak. Neyin tanığı olacaklar? Evlenmemizin. Bir kere evlenmiştik biz. Olsun, yine evleniriz. Sus bir dakika diyor yüksek sesle. Üç beş serçe havalanıyor. Henüz kafeslenmemiş olanlardan. Susuyorum ben de, ne yapayım? Bakışıyoruz öyle işte uzun bir an. Derin bir nefes alıp konuşuyor.

“Avukata uğraman gerekiyor. Bir iki kâğıt imzalayacaksın, hepsi bu kadar. Mahkemeye bile çıkmamız gerekmiyormuş. Bir celsede bitermiş. Masraflar da benden. Lütfen, yüzüme bakar mısın, kaç yıldır görüşmüyoruz zaten, biliyorsun, böyle bakma bana, Gümüşsuyu’nda canım, eski ofisinde, evet orada, seni bekliyor bugün, bir uğrarsan, beş dakika sürmez dedi, iki imza atacaksın ya! Yorma beni ne olur!”

Olur, istediğin imza olsun hayatım, canımın içi, hemen atarım. Bonservis bedelimi de istemiyorum. Yalnız, basına bir açıklama yapmak gerekecek. İmzayı burada atsam olmuyor mu? Monachus Monachus abinin huzurunda? Kendisi menacerim olur da… Hayır canım öfkelenme hemen. Neden ben Gümüşsuyu’na gidiyorum da, o avukat olacak ibne hayvanat bahçesine kadar gelemiyor? Buraya kadar kolay mı geldim sanıyorsunuz? Bir caz davulcusu ne emeklerle yetişiyor biliyor musun? Yani sen mutlaka biliyorsundur şüphem yok ama o hayvan biliyor mudur? Hayır avukata küfretmiyorum sevgilim dört yıldır görmediğin bir insandan boşanmanı isteyen hıyarağasından söz ediyorum. Tamam, tamam. İmzalarım ne istiyorsan, ne zaman istiyorsan ama imza atacağım yeri olsun seçemez miyim yahu Güzin? Canımın içi. Karıcığım? Kâğıt mendil paketinden iki kâğıt mendil çıkarıyor. Bir ona, bir bana. Paylaşıyoruz. Çok sık görüşmeseniz de evliliğin ilginç bir boyutudur bu: Paylaşmak. Ayrıca (ona da hatırlatıyorum) dört yıl değil, üç yıl on ay oldu görüşmeyeli. Güzin’i neden terk ettiğimi hep düşünmüşümdür. İnsan bir muammadır diyeceğim ama biliyorum ki yalnızca insan değil, hayvan da bir muammadır. Şimdi şu monachus arkadaşıma bakın lütfen… bu soğukta o pis suyun içinde düz git, sırtüstü dön, yan git, dipten dön, git ve dön, üstelik bunları yaparken en küçük bir can sıkıntısı belirtisi de gösterme, insan hayran oluyor. Bir bakıma. Karımı ona göre durup dururken terk etmeseydim şimdi (dört yıl sonra) Gümüşsuyu’nda beni bekleyen bazı boşanma belgelerini imzalamamı istemiyor olacaktı.

Güzin bir sigara istiyor. Filtresiz sigarayı verip kibritle yakıyorum. Rica ediyorum diyor. Gideyim imza atayım. Söz veriyorum ona. Yine ağlamaya başladı. Ne yapsak yaranamıyoruz yahu! Peki dedik işte. Yine uzanıp avcunun içiyle yanağımı okşuyor. İki kâğıt mendil daha. Bu böyle olmayacak! Kahvedeki müşteriler, iki esmer garson bize bakıyor. Ayrıca devekuşları ve iki gergedan. Bir de uzaktan ve suyun içinden monachus monachus. Yıllar sonra bir geceyarısı Buz Klüp’te çalıyorduk. Davulda ben, kontrabasda Hidayet Abi, tenorda Mıgırdiç, altoda Paul Desmond, trompette Bunny Berrigan’a benzeyen bir güzel adam, piyanodaysa kör zenci bir şişko vardı. İki set arasında votka içerken Hidayet abi karısından nasıl boşandığını anlattı. Hanımın yeğenleri gelip dövmüşler iyice. Hidayet abi direniyormuş, baktım ki kontrabasa sataşmaya başladılar, o zaman teslim oldum dedi. Çok güldük.

Hayvanat bahçesindeki o korkunç ve gülünç günü hatırladım. Hayatımın tek aşkı, tutkusu olan Güzin’i düşündüm. Ona nasıl söz verdiğimi, tümüyle kopuşumuzu mümkün kılan kâğıtları imzalamadan önce hayvanat bahçesindeki bir fok balığının sığ havuzuna nasıl giyinik ve balıklama atladığımı anlattım arkadaşlara. Oradan sırılsıklam çıkıp Artvinli bir taksi şoförünün yardımıyla nasıl Gümüşsuyu’na gidip nasıl bütün kâğıtları imzaladığımı ve aynı ıslak durumda, aynı taksiyle aynı hayvanat bahçesine dönüp aynı deniz aslanının havuzuna aynen ve yeniden bir kere daha atladığımı ve bekçilerin beni dövmeyip çay ve battaniye ve sigara ikram ettiklerini, kendime gelince pencereden firar ederek aslanların kafesine girmeye teşebbüs ederken beni nasıl hayvanca bir ilgiyle durdurduklarını ve sonra herkesin kendi evine, benimse nemli ve yorgun bir halde kulübe dönüp davul çaldığımı anlattım. Çok güldük.

Güzin’i görmeyeli yıllar oldu. Bense arada bir (her cumartesi) o bahçeye gidip deniz aslanının havuzunun kıyısına oturuyorum. Ona bakıyorum. O bana bakmıyor. Kirli bir suyun içinde yüzüyor, yüzüyor. Arada bir göz göze geldiğimizi sanıyorum. Uzaklaşmasında bir ritm var sanki. Tam bunu düşünürken yaklaşıyor. Sonra uzaklaşıyor. Sonra yaklaşıyor ve ben çocuğumu düşünüyorum orada, kirli havuzun kıyısında özgür bir serçe gibi.

Memet Baydur