
Pencereden dışarıya baktığımızda, içinde bulunduğumuz mekâna ilişkin bir belleğin de bize eşlik ettiğinin farkında olmayız çok zaman. Ya, kendi içimizdekiler? -Soru biraz o tarafa çekse de buradaki amaç, Lacan’ın ‘görünür dünyanın eşiği’ diyerek önümüze koyduğu ‘ayna imgesi’ne dalmak değildir.- Dışarısı yoğun bir dikkatle bizi kendine çekmiştir; ama içerisi de derinden derine ‘işlemekte’dir. Baktığımız yerde buluşmuştur ikisi de… Peki, baktığımız yer Kızıl Avlu (Serapion) gibi bir mekânsa? İçeri ve dışarısı çoktan birleşmiştir belki de. İmgeleme (tahayyül) denilen o mucizevî şeye sahip olmak insan doğamız gereğidir elbette; ama bununla birlikte, tarihe, mitolojiye ve Ege’ye düşkünlük söz konusu ise mekân daha bir canlanacaktır.
Deklanşörü Ege ve hayatın ayrıntıları için çalışan Nesrin Ermiş’in Kızıl Avlu’dan gösterdiği ‘dünya’, bu ilginç yapının da içinde bulunduğu Bergama’dır. Birçok kültürü ve çağı buluşturan bir şehirdir Pergamon. Tepede, kalıntıların bile görkemli durduğu Akropol’den, insanlara şifa dağıttığı için Zeus tarafından öldürülen sağlık tanrısı Asklepios’un mekânı Asklepion’a varan çok sayıda tarih emanetiyle dolu bir ‘müze’ şehir. Yaptığı işle, yeraltını (ölüm ülkesini) ıssızlaştırabileceği endişesiyle Hades’in şikâyeti üzerine katledilmiştir Asklepios… Bergama, yaşam-ölüm döngüsünü, ilginç biçimde, yapılarında barındıran bir şehir: Asklepios’un başına gelenlerden dolayı mıdır bilinmez; yeraltı önemsenmiştir. Halk arasında Kızıl Avlu olarak ünlenen Serapion da bunun örneği zaten: ‘Roma görkemi’ni yansıtan bu yapı, M.S. II. yüzyılda inşa edilerek Yeraltına (Serapis) adanmış; sonradan bazilikaya dönüştürülmüştür. Serapis’e ilişkin inançlar, Eski Mısır’ın Osiris-İsis mitosları ile Ptah’ın ‘Apis’leri arasında bağlantı kurulan bir sentezin ürünü sayılır. Tarihine bakıldığında Bergama’da, ayrıca, yaşamı simgeleyen yeryüzü-bereket tanrıçası Demeter ile kızı (Ölüm ülkesi-Yeraltı’nın tanrıçası) Persefone’ye ilişkin ayinlerin (ritüel) birlikte gerçekleştiği görülmektedir. Selinos Çayı’nın Serapion’da, avlunun altındaki tünellerle iki koldan geçirilmesi de Yeraltı’na ilişkin bir tasarımın ürünü değil midir?
Diğer bir nokta, negatif bir ayraç: Yapı olarak görkemi bir yana, tuğlalı renginden dolayı öyle adlandırılmış olsa da Kızıl Avlu adıyla bile insanı tarihin kanlı sayfalarına yolluyor: Orduların kanlı yürüyüşü, savaş arabaları, savaş borusundan önceki sessizlik; yakılan, yağmalanan kentler, kanayan meydanlar, cengâverler, galip ve mağluplar, zalim ve mazlumlar… Bu adın içinden kanın sesi duyuluyor sanki! Ama bu ses tarihten işitilmiyor mu zaten? Tanrılar, onların soyundan geldiklerini iddia eden krallar; kısaca ‘iktidarın sicili’ kanla yazılmamış mıdır? Nitekim devasa yapıların harcında kan da var…
Kızıl Avlu, Nesrin Ermiş’in objektifinden ‘yukarı doğru’ bakıyor; Pergamon’un geçmişine belki de. Çünkü kent tepelerden ovaya doğru yayılmış; farklı zamanlara ait her bir yapı da bu yönelişe uygun biçimde inşa edilmiş sanki. ‘Yukarıda’ Akropol’ün zamana inat ayakta duran kalıntılarıyla; sütunlar, tiyatro alanları, sunaklar, lahitler, kulelerle aşağılara doğru uzanan bir kent… Bu antik kentin öyküsünü parşömene yazmak için gerekli olan ‘Pergamon derisi’ni hayal etmek bile zordur. Tarihi bu denli yüklü bir kenti tek bir ‘öykü’ anlatabilir mi peki? ‘Yeniden yazılacak’ öyküleri de tıpkı eski tarihçilerin anlattığı gibi, mitoslarla tarihsel bilginin, söylentiyle gerçeğin iç içe geçtiği öyküler olacaktır. Belki de bu denli yoğun bir birikim, başka türlü anlatılamayacağı için veya duygu ve hayâli devre dışı bırakmaya izin vermeyecek derecede çeşitli ve kışkırtıcı olduğu içindir kim bilir?
Aydın Afacan
Kuzgun dergisinin ilk sayısında (Şubat 2015) yayımlanmıştır.