Edebiyat ne işe yarar? (Bu isimde bir kitap da vardı sanki.) Her şey için sorulabilecek bu soru, edebiyat için de pekala sorulabilir. Muhtelif yanıtlar verilebilir.
“Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir” diye bir kitap da var. Güzel kitap. Bunu da cebimize koyduk mu, koyduk!
Bana sorsalar, edebiyatın hiçbir şeye yaramadığını söylerdim. Gerçekten. Tabi bu ayrı bir konu ama bu yazının konusundan tamamen bağımsız da değil. Ve fakat, biz bugün başka bir yarayan kanamızı ele alacağız. Okuyan (ama harbiden, ama çocukluğunuzdan beri, ama edebiyat okuyan, ama dergi takip eden) bir insansanız eğer, bu toplumda size uzaylıymışsınız gibi bakılmasına alışacaksınız, “ne boş işlerle uğraşıyosun” bakışını yiyeceksiniz. Hele ki işin “yazma” kısmında bir yerlerdeyseniz hapı yuttunuz demektir. Yok yok, öyle yazar tribi filan yapacak halim yok elbette. Yazmak sancılıdır, yok yazar yalnızdır vesair. Yaw he he! Ben “yazar” da değilim zaten, yazıyorum sadece. Onu da planlı, programlı filan yapmıyorum. Kaçamayacak noktaya gelinceye kadar dayanıyorum (#direnyazar); kafam, aklım, içim dışım aklımdaki öyküyü taşımaya yetmediğinde, işte tam o anda, –mecburen– yazıyorum. (Vallahi de billahi de tillahi de budur ol hikayem, yerseniz tabi.)
İşin garip tarafı şu ki sen okumayı, yazmayı hayatınızın merkezinde bir yerlere yerleştirdikçe işler garipleşiyor dostum. Bir kere (birbirimizi yemeyelim, harbi olalım), ilgi istiyorsun. Ve fakat o ilgi istediğin kadar olmuyor hiç, hiçbir surette yetmiyor. (Sen hep, herkes gibi, daha fazla ilgiyi hak ediyorsun çünkü.) Sonra, hırçınlaşabiliyorsun, küsebiliyorsun. (Bunlar iyi edebiyattan anlamıyorlar bilader!) Bunlar hep olasılık tabi.
Sen bu işlere daldıkça, kendin gibi insanlarla edebiyat muhabbeti yapmak istiyorsun. Ama yaptığında da “edebiyattan başka bir şey bilmemek ve konuşmamakla” itham ediliyorsun. Bazen sen de kendine ve arkadaşlarına bakıp çölde –ne bileyim ben, atıyorum– ısıtıcı satmaya çalışan satıcılara benzetiyorsun kendinizi. (Çok iyi bir benzetme olmadı, idare edin.)
İşin birçok boyutu var elbette, hangi birini sayacaksın? En trajikomiği, çevrendeki insanların (yani %95 ihtimalle okumayan, okusalar da öykü okumayan, -çok iyimser oluyoruz bu noktada- öykü okusalar bile senin yazdığın türde öyküyü hayatında hiç okumamış olan insanların) senin “kitap yazdığını” öğrendiklerinde yaşanan parodidir. Neler var bu parodinin içinde?
Bir kere, ilgi göstermeye çalışırlar, sağ olsunlar. İşte o ilgi çok fena lan! Göstermese daha iyi. O ilgi şöyle soruları kapsayabiliyor çünkü:
– Ne tür öyküler yazıyorsun? (Bu yine iyi, ikinciye bak sen şimdi!)
– Öykülerin konusu ne? ya da Öykülerin ne hakkında? (Hikaye der onlar, öykü demez.)
– Ne zamanlar yazıyorsun?
– Kaç para kazanıyorsun?
– İmzalı bir tane verirsin artık.
(Bu soru değil ama keşke soru olsa. Çünkü kabalaşmak zorunda kalabilirsin bu noktada.)
Evet, içiniz yeterince şişmediyse, bir de bunlara bakınız. Bunlar, seni okumaya çalışmışlar arasından gelir. Daha doğrusu, ayıp olmasın diye okumaya çalışanlar arasından:
“Ya ben başladım da bitiremedim senin kitabı.”
“Alıcam ben senin kitabı da bulamadım.” (Kitap çıkalı yıllar olmuştur)
“Okudum çok güzel de bir kere daha okuycam.”
“Çok kısa bunlar, biraz daha uzun yazsan olmaz mı?”
Darbeli matkaplı olan da gelir tabi: “Roman yazsana.”
(Bitmedi, bitmez…)
“Kitabın adı neden bu?”
“İthaf ettiğin kişi/şey var ya, ne o, kim o?”
“Ben de karalıyorum bir şeyler.” (DANGER!)
Romalılar, yurttaşlar yapmayın bu zulmü! Ne kendinize ne de “kitap yazan” o arkadaşınıza. Okumak zorunda değilsiniz abiler ablalar. O arkadaşınız, emin olun, yazma anından alıyor keyfini zaten, başka bir şeye ihtiyacı yok. Siz de mesela “kitap yazmayan” bir arkadaşınızın çocuğu olduğunda ne yapıyorsanız, o muameleyi çekip geçin “kitap yazan” arkadaşınıza. Repeat after me:
“Hayırlı olsun, okuru bol olsun.”
Bu kadar. Yeterli bu kadar.
Sonuçta Mars’a kütüphane kuruyor değiliz, alt tarafı birtakım sözcükleri (daha önce hiç yanyana gelmemiş bazı sözcükleri) kağıda döküyoruz. Harikalar yaratan ne marangozlar, bahçivanlar, cam ustaları var. Ne zanaatkarlar var!
Onur Çalı