Bukowski’yi, ona bir tanrı gibi tapan sınıf arkadaşım Cemil’in sayesinde tanımıştım. Cemil’in bir gün “al lan oku bunu” diye verdiği “Factotum” kitabını okuduğumda fuck’a basmıştım. Sonra hayatımdaki o büyük boşluğu doldurmak için bütün Bukowski kitaplarının peşine düştüm. Bedavaya getirip okumak için gittiğim halk kütüphanesinde hiçbirini bulamadığımdan, sahaflarda ya da kitap mağazalarında bulduklarımı dişimden tırnağımdan artırdığım harçlıklarımla hızla satın almaya başladım. Sonunda benim de bir tanrım olmuştu. Hem de bizimkilerinki gibi saklambaç oynayan türden de değildi. Koca burunlu, birayı ve seksi seven, kanlı canlı bir tanrıydı.
Bir gün Cemil ile birlikte mademki artık aynı tanrıya inanıyoruz o halde gel inancımızı birleştirelim dedik ve bir Bukowski tarikatı kurduk. Adını da “Buk” koyduk. Tarikatımıza mekân olarak Sinek Bar’ı seçmiştik. Sinek Bar’ın sahibi Cihan ağabeyle de o günler de tanıştık. Cihan ağabey de Bukowski hayranı olduğundan onu da tarikatımızın şeyhi yapmıştık. Hatta ona Chinaski diye de takılırdık biraz. Haftanın nerdeyse her günü Sinek Bar’daydık artık. Okuldan sonraki tek mekânımızdı. Kredili sistemin harika fırsatlarını değerlendiriyor, boş geçen ara saatler de soluğu hemen Sinek Bar’da alıyorduk. Biramızı içer içmez de derse geç kalmamak için koşar adım okula ya da Cemil’in deyimi ile ceza alanına dönüyorduk. Cemil ara sıra böyle ilginç benzetmeler yapardı. Bir keresinde birasını fondipler fondiplemez “Hayat bir futbol sahasıysa okul da onun ceza alanıdır *mına koyum” demişti.
Yine okula geç kaldığımız bir gün, içkili kafamla Nadir Hoca tarafından konu anlatmaya tercihen ben kaldırılmıştım. Yani golü ben yemiştim. Psikoloji dersiydi. Aslında prosedür şöyle işliyordu: Nadir Hoca sınıfa gelir gelmez sınıf listesinden birkaç öğrenciyi rastgele kaldırıp, konuyu onlara ihale ederdi. Kendisi ise ders bitene kadar önündeki kitaba dalardı. Yalnızca “sen otur, sen devam et yavrum” diye komut verdiği ara zamanlarda kaldırırdı başını. Oysa o gün Nadir Hoca rutinin dışına çıkmıştı. Kendinden sonra sınıfa en son ben girdiğimden, dersi anlatmam için kara tahtaya da beni kaldırmıştı. İçtiğim biralardan başım dönüyor, ders çalışmak gibi bir alışkanlığım olmadığından da durum iyice boka sarıyordu. Birden içkinin verdiği cesaretle, Bukowski’nin elimden hiç düşürmediğim Factotum kitabını açıp, okumaya başladım. Okuduğum her cümleyle sınıftaki kahkahaların dozu biraz daha yükseliyordu. Bense hiç istifimi bozmadan okumaya devam ettim. Nadir Hoca bir müddet ses çıkarmadan susmamı bekledi. Gözümün içine baktığını adım gibi biliyordum. Ama onu hiç iplememiştim. Savaşı başlatan oydu ve ben de meşru müdafaa hakkımı kullanıyordum.
Bir müddet sonra “Kes şu saçmalığı salak herif” diyerek kalayı basınca hemen sustum. Sonra “selvi boylum al yazmalım”daki İlyas ile Asya gibi bir süre birbirimizle bakışarak, yalnızca gözlerimizle konuştuk.
Ben: Ders neydi? Ders sıkılmaktı. Ders oflamaktı, puflamaktı.
Nadir Hoca: Müdüre gidelim desem benle gelir mi?
Ben: Düştüm eline işte al götür beni.
Nadir Hoca: Başımın belası, pislik herif.
Ben: Gözlerine böyle dik dik bakmazsam, bir daha bakamam.
Nadir Hoca: Allah belanı versin, otur yerine.
Nadir Hoca başını önündeki listeye çevirdi ve başka bir arkadaşa verdi sözü. Ben de en arkadaki sırama çekilip, zil çalana kadar kimseye bulaşmadan, Factotum’a kaldığım yerden sessizce devam ettim.
O gün bütün sınıf Bukowski ile tanışmıştı. Herkes teneffüste merakla yanıma gelip, turuncu kitabı incelemek için sıraya girmişti. Hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorlardı. Cemil ile birlikte dini bir misyoner gibi Buk’u anlata anlata bitiremiyorduk. Birkaç kişi ciddi ciddi ilgilenmeye bile başlamıştı. Onlardan biri Hans lakaplı Hasan’dı. O da Almanya doğumlu olduğundan çabuk ısınmıştı Bukowski’ye. Ay Yüzlü Nuri de o günden sonra yüzündeki kraterlerle dalga geçilmesine hiç aldırmıyordu artık. Bu yanı onu Bukowski’ye daha çok benzettiğinden, gurur duymaya bile başlamıştı. Kısacası herkes onda kendinden bir şeyler buluyordu. Arkadaşların bu ciddi ilgisi karşısında sevinmiş, kitapları da artık ödünç vermeye başlamıştık. Kısa bir zaman sonra tarikatımız yeni üyeler kazanmaya başladı. Kartopu gibi gittikçe büyüyorduk okulda. Tarikatımıza yalnızca kızlar giremiyordu. Çünkü teknik olarak onlardan birer Henry olamazdı. Kızlar ise bu durumdan pek şikâyetçi değildi zaten. Anlattığımız hikâyelere gülmek, onlar için yeterince eğlenceliydi.
Boş ders saatlerinde Sinek Bar’a kalabalık bir grup halinde gitmeye başlamıştık. Bu duruma ise en çok Cihan Ağabey seviniyordu. Öğle arası bir anda bar doluyor ve herkes birbirine Bukowski’nin ilk adıyla Henry diye seslenerek, bir hikâye anlatıyordu. Bir defasında Cemil birasını fondipleyip hızla ayağa kalkarak, kısa bir nutuk çekmişti. “Beyler beni dinleyin bir dakika. Mademki hepimiz Bukowski’yiz o halde bu iş yalnızca barda olmaz. Hipodroma da gitmemiz lazım” dedi. O an gruptan “evet, doğru, gidelim” sesleri yükseldi. “O zaman bu Perşembe koşusu için okulu asıyoruz *mına koyum” dedi. Hepimiz “Asıyoruz *mına koyum” diye bağırdık.
Perşembe günü okulu asıp hep beraber hipodroma gitmiştik. Hipodroma gider gitmez de yarış bültenini açıp, pür dikkat dersimize çalıştık hemen. Sonra da cebimizdeki parayı toplayarak, kuponu son anda gişeye yatırdık. Kazanırsak bütün parayla kendimize kasalar dolusu bira alacak ve yıkılana kadar içecektik. Sonra da soluğu kırmızı evlerde alacaktık. Yarışlar başlamadan önce elimizde kutu biralarımızla tribündeki yerlerimizi aldık. Cemil ilk koşudan çok umutluydu. “Bu at kesin banko *mına koyum” diyerek yüzü gülüyordu. Birazdan koşu başladığında hepimiz ayağa kalkıp “Linda” için tezahürat yapmaya başladık. Linda yarışı başladığı gibi bitirip, üç boy fark atarak kazanmıştı. Temiz bir iş çıkarmıştı. Sevinçten çıldırmışçasına bağırıyorduk: AŞIĞINIZ LİNDA! Ganyanı tam 36 lira vermişti. Ama işler daha ikinci koşuda sarpa sarmaya başladı. Bizim atlar bir daha foto-finişe bile girememişti. Cemil: “Anlaşıldı, yine otuz bir çekeceğiz *mına koyum” dedi ve sinirlenerek elindeki kuponu yırtıp, tribünden aşağıya doğru hızla fırlattı. Biz de rüzgârla birlikte süzülerek uçuşan kuponun parçalarını üzülerek seyrettik. Bir ara iki arkadaş hipodromun barında Bukowski’ye çok benzeyen birini gördüklerini ısrarla iddia etti. Onlara pek inanmasak da belki de üzüntümüzü bastırmak için kendimize yeni bir heyecan aradığımızdan, hemen barın yolunu tuttuk. Fakat kimseyi göremedik. Arkadaşların gördüğü adamın yalnızca bir hayal olduğundan emindik artık. Derken Ay Yüzlü Nuri’nin otoparkta Buick marka arabaya binen birini işaret parmağı ile “aha lan orda” diye göstermesiyle hepimiz başımızı o tarafa çevirdik. Uzaktan gördüğümüz adamın silueti gerçekten de Bukowski’ye çok benziyordu ya da biz öyle olduğuna inanmak istiyorduk.
Ertesi gün bütün okul tarafından bilinen efsanemiz, okul müdürü Kerim Hoca’nın kulağına da gidince kendimizi okulun avlusunda bulmuştuk. Kerim Hoca hepimizi okulun avlusundaki Atatürk büstünün önünde bir manga asker gibi yan yana dizmişti. Elindeki uzun ve kalın tahta cetvelle parmak uçlarımızı birleştirdiğimiz avuçlarımıza (bu onun en sevdiği vuruş pozisyonuydu) tarlada çapa yapar gibi var gücüyle çalışmadan önce kısa bir nutuk çekmişti. Atatürk büstünün tam yanındaki merdiven basamaklarına çıkmış, kısa boyuyla bize yukarıdan bakarak konuşuyordu. Daha doğrusu konuşmuyor, Vakfıkebir ekmeğine benzeyen koca götünü yırtarcasına bas bas bağırıyordu.
Elini büyük bir saygıyla Atatürk büstüne doğru uzatarak: “Bu yüce insanın Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik sizler mi olacaksınız! Yazıklar olsun sizin gibi gençliğe. Tühh sizin kalıbınıza. Terbiyesiz, it herifler. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var ulan üzerinizde. Bu devlet sizi okutup adam etmek için bu kadar kaynak ayırıyor, sizin şu yaptığınız rezilliklere bakın. Vatan hainisiniz ulan vatan!”
Kerim Hoca’nın gözleri özellikle bu son cümleden sonra ateş topu gibi parladı. Elindeki cetveli havaya doğru bir süngü gibi kaldırıp merdiven basamaklarından paldır küldür inerek üzerimize doğru taarruza geçti. O an hepimiz daha öncesinden alışık olduğumuz üzere elimizi hazırlayarak uzatıverdik önüne.
Kerim Hoca bir taraftan vururken diğer taraftan da “BOK TARİKATI! VATAN HAİNLERİ” diye bağırmaya devam ediyordu. Okulun bütün sınıf pencerelerinden bizi seyreden öğretmen ve öğrencilerin kendi aralarında konuşup kıkırdayarak gülmelerine ise haliyle sinir oluyorduk. Ne olduysa işte tam o sıra oldu. Cemil hiç beklemediğimiz bir şey yaptı. Kerim Hoca’nın elindeki cetveli avucunun içiyle birden yakaladı ve hızla çekip aldı. Cemil’i daha önce hiç bu kadar hiddetli bir öfkeyle görmemiştim. Hepimizin gözü bir anda Cemil’in üzerinde donup kaldı. Kerim Hoca oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi şaşkınca bakakaldı. Cemil’in böyle bir şeye nasıl “tevessül” ettiğine anlam verememişti belki de. Kerim Hoca böylesi bir halet-i ruhiye içindeyken, Cemil elindeki cetveli Kerim Hoca’nın suratına doğru bütün gücüyle patlatmıştı. O an hepimiz olayın daha da büyümesinin verdiği korkuyla avlunun dört bir yanına çil yavrusu gibi dağıldık. Çevredeki hademeler olay yeri müdahale polisi gibi hızla koşup Cemil’in çevresini sardılar hemen. Cemil’i zar zor zapt ettiler. Araya giren öğretmenler ise diğer taraftan Kerim Hoca’yı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Okulun avlusunda yankılanan ses bu sefer Cemil’inkiydi. Cemil, hiç durmadan Kerim Hoca’ya “BOK DEĞİL LAN, BUK ONUN ADI” diyerek, hırsla bağırıyor, sinirinden çocuklar gibi ağlıyordu.
Bu olaydan sonra Cemil hariç hepimiz okuldan bir hafta uzaklaştırılmıştık. Cemil ise okuldan atılmıştı. O günden sonra Cemil’den bir daha haber alamadık. Sinek Bar’a ise hiç gitmedik.
ENVER ÖZKARDEŞ
Sözcükler Dergisinin Kasım/Aralık 2013 tarihli 43. sayısında yayımlanmıştır.