
Selim. Arkadaşım. Üç hafta oldu eşini kaybedeli. Taziyeye geldim yanına. Daha fazla öteleyemeyeceğim bir oyunu sergiliyorum. İki adım ilerimde, masanın gerisinde yontu gibi kıpırtısız, oturuyor. Ağzını açmak istediği her an, tuhaf şekillere, insanı dehşete düşüren ifadelere bürünüyor yüzü. Sırf o konuşmasın diye anlamsız şeyler geveliyor, ateşin düştüğü yere su taşıyorum. Elimde bir kevgir…
Odanın diğer ucunda başka biri oturuyor. Lüzumsuzun teki. İçeri girdiğim an fırlayıp yanıma geldi, şevkle sıktı elimi. Bedeninden öyle taşkın, öyle dizginlenemeyen bir yaşam enerjisi yayılıyor ki. O kıpır kıpır devindikçe, hayatta ve sağlıklı olmak ayıpmış gibi geliyor bana. Dur durak bilmeyen bir sarsıntıyla, çalkalandıkça çalkalanıyor koca cüssesi. Kolonya tutuyor, önündeki kâğıtları istifliyor, bilgisayarın ekranına açı veriyor, altındaki tekerlekli koltuğu masanın iki ucu arasında sürüklüyor.
(Bu adamı buradan kaldırmalı.)
O yana bakmamaya çalışıyorum. Hem ayıp yahu. Bizim köşeye ölüm inmiş, ölüm!
“Çocuklar nasıl?” diyorum Selim’e.
Her hafta sonu kabristana ziyarete gidiyorlarmış. Buraya defnetmişler Sibel’i.
“Beni Malatya’ya gömecekler, memlekete,” diye lafa atlıyor adam yaz köşesinden.
“Biz, yakınımızda olsun istedik,” diyor Selim, her zamanki terbiyeli tavrını muhafaza ederek, ”memlekete her zaman gidip gelmek zor.”
Adamın gönlünden geçen amcasının üstüne gömülmekmiş de tutup başka bir akrabayı oraya koymuşlar. Kaçan fırsata hayıflanıyor bu defa…
Kahve içer miyim, ya da çay. İçmem. Hiç canım istemiyor. Ama adam yakama yapıştı bir kez. Ahize kulağında çay ocağına sipariş vermek için kararımı bekliyor.
“Çay,” diyorum, “çay içeyim madem.”
Telefonu kapatıp müjdeyi veriyor.
“Beni kardeşimin mezarına gömecekler.”
(Hoppala!)
Kardeşinin vakitsiz ölümünü iki satır da olsa araya sıkıştırıyor ama öyle ne bir üzüntü ne geçmişin anımsanmasına ilişkin herhangi bir duygu yansıyor halinden tavrından. Hiçbir şeyin aşındıramadığı koca bir kayaya benziyor. Tüm derdi tasası üstüne ranza atacağı münasip bir mezar. Sonra, çalışmış çabalamış envanter bile çıkarmış.
Kim ölmüş, düşse düşse hangi müteveffanın üstüne düşse…
Şimdi bir ses gelseydi ne güzel olurdu, diyorum içimden. Şeyh ve Arzu’daki adamın beklediği gibi, doğruyu yanlışı söyleyecek, insanı tereddütten kurtaracak bir ses değil beklediğim kuşkusuz. Daha çok, “Tebligatla görevlendirildiniz!” diyen bir anons. Yavaşça yerimden kalksam, lüzumsuzun masasına sokulsam ve mesela şöyle desem: “Tebrikler falanca Bey. Kısa çöpü çektiniz, doğru ranzanıza.”
Kapıda bir grup insan beliriyor. Kalabalığı bahane ederek Selim’den müsaade istiyorum.
Aşağı indiğimde, binanın arkasına dolanıp kendimi kuytudaki banka bırakıyorum. Sipsivri binaların arasında gizli, derbeder mi derbeder bir bahçe. Karşımdaki duvara dadanmış arsız sarmaşık, duvarın önünde içi fayans kaplı boş bir havuz, biraz ileride çimenlerin ortasında unutulmuş bir hortum…
Çantamdan kitabı çıkarıp, sayfaları karıştırıyorum.
(Kaç, kaç, kaç. Kaç ve metne sığın.)
Kaçıyorum ama saklanmıyorum. Oyunu anlamak istiyorum.
Benimle kaçmaya var mısın sevgili okur?
O halde gel beraber okuyalım…
Sana yedi makaleden oluşan bir kitaptan, Saffet Murat Tura’nın Şeyh ve Arzu’sundan bahsetmek istiyorum.
Dünyevilik-Uhrevilik, Gündeliklik-Aşkınlık, İnanç-Vicdan, Tanrısallık-Ölüm gibi sorunlara odaklanan makaleler okuyacağız birlikte. Kültürlerin oyun gerçekliği içindeki insana bakacağız. O gerçeklik içerisinde sıkışıp kalmış insana. Yani, kendimize.
Kitap, baba-kız arasında geçen bir diyalogla başlıyor. Çocukta bilimsel merakı uyandırmak amacıyla hazırlanmış bir yönerge var. Baba-kız bu yönergeye uyarak manyetizma deneyi yapmaya karar veriyorlar. Baba, mıknatısın çekim alanındaki ataşların çocukta hayranlık uyandırmasını bekliyor. Ancak beklenti karşılıksız. Kızın ne mıknatıs hakkında bildiklerini unutma çabası ne de tıpkı başka bir galaksiden gelmişçesine deney düzeneğine yaklaşması işe yarıyor. Çocuk yönergeyi harfiyen izliyor, mıknatıs da beklendiği üzere ataşları çekiyor. Fakat hepsi bu.
(Daha ne olsun?)
Haklı olarak, “Çünkü dünyada var işte, baba. Var işte,” diye feveran ediyor kız.
(Çiğnenmiş ıslak çimenler, çamın dalını sallayan saksağan, saksağanın yaydığı takırtılarla dolu bu dünyanın olağan tüm bahçeleri. Var işte ve hepsi burada, tüm sıradanlığıyla gözümün önünde.)
Öyle ya, çocuk yahut yetişkin, her gün deneyimlenen, deneyimlenirken de iyiden iyiye kanıksanmış bir dünya insanı neden şaşırtacakmış ki?
“Bu dünyada esas şaşırtıcı olan ‘var’ olanın varlığıdır kızım,” diyor ve ekliyor Saffet Murat Tura, “varlıktır şaşırtıcı olan.” Ve kitap boyunca bıkmadan usanmadan mahiyete ilişkin o esas soruyu ısrarla soruyor: “Sahi bu ne böyle?”
Pusulası “varlığı” işaret ediyor Şeyh ve Arzu’nun. Ancak, bir kitapla hayatını değiştirme hayalleri kuracaksan ey sevgili okur, sen, sen ol, sakın yorma kendini. Ve sen, uyanık okur. Binlerce yıllık düşünce tarihinin kafa patlatılmış, hatta aşkınlık mazeretiyle artık demode sayılan bazı sorularına, üç beş saat harcayarak isabetli cevaplar bulabileceğini zannediyorsan çok yanılırsın. Henüz vakit varken, istersen sen de vahye dön yüzünü. Vahiyi ikna edici bulmamanın dramı da itiraf edilecek kitabın ilerleyen sayfalarında.
“Nihai olarak insanın ve evrenin ne olduğu sorusuna yanıt aramaktan çok, bu sorunun şaşırtıcılığının altını çizmeye çalıştım…” cümlesiyle okura atılmış bir zarf niteliği taşıyor kitap. Gündelik hayata teslim olmuş, kültürel oyunun figüranlığıyla konumlandırılmış insan-okura açık ve samimi bir davet bu. Kendine ve içinde devindiği kültürel oyuna belli bir mesafeden bakabilmeye, bakarken de evren karşısında o doğal ve ilksel coşkuyu yeniden hissedebilmeye yönelik bir davet.
(Ama ölüm var. Selim’in yüzünü şekilden şekile sokan ölüm. Her daim istim üstündeyken, ölümle çarpışma ihtimali şuracıktayken, ne hayranlığıymış sonra? Ya o lüzumsuz adam? Yok, şuursuzun teki o. Cezai ehliyeti yok.)
“Ölümden söz edelim, korkmayalım bu travmayı anlamaya çalışalım,” diyor Saffet Murat Tura. Dünyevilikle aramıza giren ölüme/ölümlülüğe kara kedi gibi sırtımızı dönmek yerine, bir imkân olarak bakmamızı istiyor. Aşkınlık boyutunun farkına varılması halinde, varlığımızın kozmik ne’liğini açımlayacak bir imkân… Faniliğin unutuluşa terk edilmesinin yaptığı tahribatı serimleyen vakalara da rastlıyoruz kitapta. Kimi kurmaca kimi gerçek.
Yaşadığı günleri bütünleştirip hayat haline getiremeyen; gündelikliği aşan güçlü bir bağı, ilgisi ve meselesi olmayan bir hasta var örneğin. Günleri iyi geçirilmesi gereken zaman birimleri gibi algılayan, eninde sonunda ölüp gideceğini bilen ve bu dünyayı anlamanın imkânsızlığını kabullenmiş bir genç kız. Yaşantısı, ölümlülüğün yasından olabildiğince uzağa kaçmak üzere tasarlanmış bir parkur. Kendisiyse bu parkuru ölümüne koşan bir maratoncu. Hasta ve mutsuz. Mana problemiyle cebelleşip duruyor.
Ölümlülüğün inkârı veya unutulması “var”lığı da unutulma noktasına taşır, diyor yazar. Hâlihazırda kendine kapanma şeklinde tezahür eden ölümlülük algısının aslında değiştirilebileceğini imliyor. Aşkın yanını fark ederse, insanın derinleşme ve açılma imkânı bulabileceğine dikkat çekiyor. Açılma ve derinleşmenin, “Bu ne?” sorusunu bir kez gündeme getirmesi halindeyse diğer bütün soruların nasıl rafa kalkacağını da ekliyor.
(Başımın üstünde bir arı. Kovaladıkça üstüme pike yapıyor. Yapayalnız, cemaatinden ayrı düşmüş vızıldayıp duruyor kulağımın dibinde. Hâlbuki koloni halindeki arıların da bir oyun dünyası varmış. Gerçi o oyun gerçekliği içgüdüler belirliyormuş.)
Saffet Murat Tura, varoluşa dair sorular sorarken homo sapienslere kadar uzanıyor. Homo sapiensler diğer biyolojik türlerden farklıymış. Tarih içinde, çeşit çeşit oyun gerçeklikler geliştirmiş. Bu özellikleriyse beyinlerinin sol yarı küresindeki dilsellikleriyle ilintiliymiş. Bu sayede kültürel hissetme, düşünme ve davranma kalıplarına elverecek bir sinir sistemi ağı geliştirmişler. Örgütlenme tarzlarını belirleyen de bu sinir sisteminin yapısıymış.
(Geliştirdik de ne olduk sanki? Sonuçta hepimiz işçi arılara dönüşüp üç-beş kraliçe arının emrine amade olduk. Bu denli gelişmiş bir sinir sistemine ne gerek vardı ki? Hem sonra, kapitalist oyun gerçekliği geliştiren o karmaşık sinir ağı, üç-beş arıdan başka kime hizmet ediyor? Faust’u da Şeyh ve Arzu’yu da yazdıran aynı sinir ağına ise müteşekkirim, o ayrı. Neyse, elimi kolumu sallamaktan vazgeçince arı da peşimi bıraktı. Bahçenin hengâmesinde kaybolup gidiyor.)
“Doğayla mevcut bağ neredeyse tamamen kopmuş, yerini ikinci bir doğa işlevi gören kültür ile o kültürün biçimlendirdiği cemaatler almıştır,” diyerek bir durum tespiti yapan yazar, hem homo sapiensleri hem de türümüzün kurduğu cemaatleri “doğanın özel bir durumu” olarak tanımlıyor.
Gerek biyolojik türümüz gerek türün oluşturduğu cemaatlerin “doğanın dışında” ve “doğaya bir karşıtlık” olarak ele alınamayacağını da söylüyor.
(Yıkılıyorum nedense. Doğa karşıtlığının üstesinden gelmek üzere temellendirilmiş tüm politikaların nedense kozmetik politikalara dönüşmesi ve eninde sonunda tasfiyesini çağrıştırıyor bu tespitler bende. Yeis. Derin bir yeis. Varoluşçuluk da zaten yetim çocuk… Duvar diplerinden fırlamış azgın hatmi çiçeklerinde, bacaklarıma dolanan otlarda yatıştırıyorum ruhumu yeniden sayfalara gömülmeden önce.)
Biyolojik türümüzün müstesna bir örneği, Üsküp’te yaşamış, şeyhine mektup üstüne mektup yazan bir Asiye Hatun var kitapta. Mektuplarda yer alan rüya içeriklerinin psikanalitik okumasıyla/kurgulanmasıyla, narsistik tutumu ve ödipal kompleksleriyle taa 17. yüzyıldan fırlayıp önümüze düşen bu kadını, şeyhinden ebeveynlerine değin kurduğu ilişkilerle ve duygularının envaiçeşit tonuyla tanıyoruz.
Esasında, homo sapienslerden bir homo sapiens Asiye Hatun. Çünkü korku, neşe, sevinç gibi duyguların, türün evrimi bakımından en az yüz bin yıldır değişmeyen bir süreçte doğuştan refleks tarzında geldiğini ve toplumsal kültürel çevrenin bu değişmeyen duygu deneyimlerine eşlik eden bir alt motif –sadece ve sadece bir alt motif– olduğunu öğreniyoruz Saffet Murat Tura’dan. Ha keza, insanda tatmin edilmemiş ve edilemeyecek denli vahşi, hayvani bir yön bulunduğunu, bu tatminsizliğinse fantezi üretmeye yatkınlığını… Tarikat ortamıysa Asiye Hatun’un bu fantezilerini sadece uyarmakla kalmayıp harekete geçmesine de sebep oluyor.
(Koş Asiye. Şeyhe koş. Henüz hayattayken, ondaki iktidardan küçücük de olsun bir parça koparmaya bak.)
Dinse tüm diğer oyun gerçekliklerden sadece biri. Ne eksiği ne fazlası var. Meşruiyetini aşkın veya ilahi bir dayanaktan almayan, farklı coğrafyalarda kurulagelmiş nice kültürel oyunun benzeri. Bu oyun içerisinde Asiye Hatun ile Şeyh’i, psikanalizde gördüğümüz analist-hasta ilişkisine çok benzer bir aktarım ilişkisine giriyor. Modern bir oyun gerçeklik pratiği olarak psikanaliz de Asiye Hatun üzerinden sorunsallaştırılıyor. Asiye Hatun’dan yola çıkılarak, oyun gerçekliklerin, insanı kavrama ve aşkın olanı içerme noktasında eleştirisi de yapılıyor. Asiye Hatun’un tarihselliği ve evrenselliği tartışılırken ister din referanslı (mesela İslam) cemaatler, isterse de psikanaliz gibi daha modernist oyun gerçeklik pratiklerinin bu konuya yaklaşımı irdeleniyor. Herhangi bir kültürel oyunun aşkın olanı kavrayışının –daha doğrusu kavrayamayışının– nedenleri tartışılıyor.
17. yüzyılda yaşamış Asiye Hatun’un ardında bıraktığı izlerden onun röntgeni çekiliyor ama el değmeden kalan mistik deneyimini, yanı Tanrı’yla olan ilişkisini anlamanın bir yolu bulunabilir mi diye de soruluyor.
Aşkın olana yönelen mistik deneyimin evrensel tarafı üzerine düşünmeye çağırılıyorsun okur.
Cemaatin, onunla olan aidiyet bağın üzerine de düşünmeye çağrılıyorsun okur.
Burada iyiyim. Ve işte en âlâsından bir “ses”. Ses, ses diye aranmaya ne hâcet? Kuş uçmaz kervan geçmez bu kuytuya bir müezzin yuvarlanıyor en yanık sesiyle. Ağaçların koyu kovuklarını, pervasız otları, kuşların teleğini yalayıp kulağıma ulaşıyor. Davete icabet etmemenin ağırlığını omzuma yükleyip, bahçenin gölgeli köşelerini şöyle bir sıyırarak çekip gidiyor. Sen bilirsin, diye fısıldıyor giderken de. Madem öyle, sen bilirsin…
Bense, hayvanat bahçesinde kucağında araba lastiğiyle oturan o goril gibiyim.* Birazdan insanlar çıkacak şu karşı kapıdan ve bana bakacaklar. Beni, o akşın gorilin lastiğine sarıldığı gibi sarılarak otururken bulacaklar kitabıma… İyisi mi kalkıp kalabalığa karışmak… Cemaatimin içinde “özne” olabilme imkânına sımsıkı sarılarak karışmak aynı kalabalığa…
Sahi, bu da ne böyle?
İrem Karabaş
* Italo Calvino, Palomar.