f4c98-onur2bk25c425b1rka25c325a7
Fotoğraf: Onur Kırkaç

Zihnim beni yanıltmıyordu. Buna eminim. O gün evden erken çıkmıştım. Nereye gidersem gideyim mutlaka evden erken çıkardım zaten. O sabahta yine öyle olmuştu. Ama yanılmışım. Saat dokuz buçukta orada olmam gerekiyordu. Ne yazık ki ihale toplantısına geç kaldım ve alacağımıza kesin gözüyle baktığımız işi kaçırdım. O güne kadar temiz bir sicilimin olması, her şeyi zamanında yapmam bile patronun gözüne görünmedi. Kaçırdığı paraların hırsıyla kovdu beni.

Evin önüne geldiğimde bir kamyonet yanaşmıştı kapıya. Kamyonetten eşya taşınıyordu apartmana. Ter kokusu nefes aldırmıyordu. Mendilimle ağzımı kapatıp merdivenlere yöneldim. Dairemin katına geldiğimde beyaz bir piyano kapının ağzında öylece duruyordu. Adamlar eşyaları karşı daireme taşıyorlardı. Aylar sonra bir komşum olacağı için ister istemez heyecanlandım. Baygın bir lavanta kokusu başımı döndürdü. Kapıyı zorla açıp içeri girdim. Duvardaki saat dokuzu vuruyordu. İnanamadım. Evdeki bütün saatleri kontrol ettim. Hızımı alamayıp televizyondaki haber kanallarını tek tek taradım. Hepsi aynı saat ve dakikada bana göz kırpıyordu. Evet, saat dokuzdu. Koltuğa yığıldım. Zihnim beni yanıltmıyordu biliyordum. Kovuluşumun arkasındaki sır perdesinin sancısıyla kasılıp kaldım koltukta.

Sinirli sinirli mutfağa gidip kahve suyu koydum. Apartmandaki gürültüler huzursuz ediyordu beni. Cüzdanımdaki aylık gider tablosunu çıkartıp hesap yapmaya çalıştım. Bu ay sonunu nasıl getireceğimi bilmiyordum. Penceremin önüne konan serçelerin başlarını oynatıp geri çekilmelerini izledim bir süre. Zıplaya zıplaya geçiyorlardı önümden. Durup içeriye göz atıyorlardı.

Yemekten sonra çöp poşetini kapının önüne çıkarttım. Piyano merdivenin başındaydı hala. Ona dokunma isteğimi zapt edemiyordum. Taş zemine çıplak ayağımla basıp piyanoya dokundum. Garip bir titreşim parmaklarımı sarstı. Çığlığa benzer uğultular duydum. Sürgülü kapak açıldı aniden. Tuşlar gözlerimi kamaştırırken irkildim.

Bir cüce bitiverdi yanımda. Boğuk sesiyle “Buna kimse dokunamaz.” dedi. Yanında renkli peruğu, akan makyajıyla bir palyaço duruyordu. “Ben dokunmadım!” diye ağlıyordu adam. Sigara kokuyorlardı. Cüce elindeki falçatayı havada çevirip gözdağı veriyordu palyaçoya. Ben bir adım öne çıkıp tam konuşacaktım ki etrafımda bir şeyler dalgalandı. Anafora kapılmış gibi sarsıldım. İleri gidemiyordum. “Merhaba!” dedim. Beni duymadılar. Elimi uzattım onlara doğru. Görmüyorlardı beni.

Karşı dairenin kapısı aralandığında ortada ne cüce, ne palyaço vardı. Bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir kadın gülümsedi bana.

“Kocamın piyanosu…” dedi. Ne zamandan beri tuşlara bastığımın farkında olmadan elimi çektim piyanodan. Yankılanan ses kesiliverdi. Bu sesi nasıl duymadığımı düşündüm. Tuşlara dokunduğumu bile anımsamıyordum. “İçeri gelmez misiniz?” dedi. Etrafıma baktım şaşkın şaşkın. Garip bir sis perdesine adım attığımı hissettim. Yanlış giden bir şeyler vardı. Emindim.

Lavanta kokuyordu evin içi. Evdeki bütün eşyalar beyaz ve uçuk pembe tonlarındaydı. Gülümseyen bir evdi.

Biraz çekinerek “Ne kadar çabuk yerleşmişsiniz?” dedim.

“Taşınalı iki ay oldu.” dedi.

Hayır, aylardır boştu daire. Şaşkınlığımı gizleyemeden;

“Ama bugün…” dedim sözümün gerisini getiremeden o yanıtladı.

“Onlar kalan eşyalarımdı.” dedi.

Susmanın değerini bir kez daha tattım. Yaşlı kadını incelemenin, zamanın akışkanlığını düşünmenin hazzıyla etrafıma bakındım. Kadının koyu kahverengi gözleri capcanlıydı. Bir demet ışık vardı sanki yüzünde. Hırıltılı bir sesle “Piyanoyu koyacak uygun bir yer bulamadım.” dedi.

Heyecanla “Pencerenin önüne koysanıza, çok güzel olur.” dedim. “Hem üzerine küçük saksılarda menekşeler koyarsınız.”

İlençli bir sesle “Bana fikir verilmesinden nefret ederim.” dedi. Yüzündeki değişen ifadeden ters bir laf ettiğimi anladım ama geç kalmıştım. Lafı ağzımda geveleyerek özür dilemeye kalktım. Müsaade etmedi.

“İnsanların işlerine karışmamayı öğrenmelisiniz.” dedi. Avuç içlerim terledi. Ellerimi birbirine sürterken pembe koltuğun arkasından yine o cüce çıkıverdi ortaya.

“İsterseniz işini bitireyim.” dedi. Koltuktan kalmaya çalışırken yerde yatan palyaçoyu gördüm. Dudağının kenarından damlayan kanın sesi kulaklarımı doldurdu. Ezeli bir rekabetti aralarındaki. Hissediyorum. Biri doğuştan kaybetmiş, diğeri hayat karşında ezilmiş. Çocuklar biriyle sürekli alay ederken, diğeriyle hep eğlenirdi. Karşı karşıyalardı sürekli. Aynı acımasızlığın içinde birbirlerine düşman olacak kadar kinliydiler. Yaşlı kadın dönüyor, onlar savaşıyorlardı. Zaman donuyordu belki. Kırılıyordu bir şeyler. Zihnim en nefret ettiğim iki şeyi önüme çıkartıyordu; cüce ve palyaçoyu. Korkuyordum onlardan. Neden bugün karşıma çıkmışlardı? Bana ne anlatmak istiyorlardı? Bu kadın kimdi? Bilmiyordum. Kadına baktım. Bembeyaz saçlarıyla zihinsel açmazlarımda başköşedeydi.

Gözlerindeki nefret pırıltısını fark ettim o an. Gidip uyumalıydım.

Eve girdiğimde saat dokuzu vuruyordu. Koltuğa yığıldım. Zihnim karışmıştı. Açık televizyondaki karnaval görüntülerine takıldım biraz. İşsiz olmanın kasvetini atamadım üzerimden. Zaman kavramımda bir sorun vardı. Hep aynı saatte kısılıp kalmış gibi hissettim kendimi. Akrep ve yelkovanın arasında sıkışıp kalan bir adamdım şimdi.

Düşündüm; her cüce kötü, her palyaço neşeli, her yaşlı kadın iyi olmayabilirdi. Bunu anlamalıydım artık. Korkularımla yüzleşiyordum belki. Açmazlar yeni yollarda yeniden tıkanıyorlardı. Zihnimin beni yanıltıp yanıltmadığını çözememiştim hala. Saat her yerde hep dokuzdu. Zihnim beni yanıltıyor olabilir miydi? Delibozuk sorularla boğuşup durdum. Beynim esir düşmüştü. Esnedim. Uyku ağır ağır bedenime yayılırken bir tıkırtı oldu.

Yaşlı kadının çığlığını duydum. Bir şey devrildi. Yerimden kalkıp kapıya yöneldim. Kadının yalvaran sesi kan dondurucuydu. O esnada telefonum çalmaya başladı. Kapının kolunu tutan elim bir süre öylece kaldı. Telefon çalmaya devam ediyordu. Kapıyı açmaktan vazgeçip geri döndüm.

Ne de olsa patronum arıyor olabilirdi.

Semrin Şahin