…meseleye öyle bakarsanız, Gümüşhane gemisinin batmasını da benim üzerime yükleyebilirsiniz. Mahmut ile orada garson olarak çalışıyorduk. Kurtulan iki yüz elli yedi kişi arasında ben vardım da, Mahmut yoktu, oysa ertesi günkü gazetelerde kurtulanlar listesinde onun adı vardı, benim adım yoktu. Bir süre o kurtuldu, ben kayboldum zannedildi akraba dost arasında. Evet kayboldu dedim, gerçi gemi batalı neredeyse dokuz yıl olacak ama öldü demek gelmiyor içimden, bulamadılar çünkü bilinmez ki… Evet, garson olarak, evet büyük gemiydi, yani üç lokanta, bir sinema, bir yüzme havuzu, hamam, diskotek, oyun salonu, herşeyi tamam bir gemiydi, biz birinci lokantada garsonduk, hatta beni ikinciye vermişlerdi de, Mahmut’la gidip ikinci kaptana rica etmiştik, biz aynı yerde çalışalım diye, gülmüştü, okul mu ulan burası demişti ama kabul etmişti isteğimizi, aslında iyi adamdı, o ne kurtuldu, ne de kayboldu, düpedüz öldü allah rahmet eylesin, iki gün sonra buldular, gazeteler yazmıştı hatta, Gümüşhane’nin ikinci kaptanının cesedi bulundu diye de üzülmüştük, yüzme bilmiyormuş, ben de bilmem, Mahmut da bilmez, biz Türkler genellikle yüzmeyi bilmeyen, denizi sevmeyen bir milletiz zaten, dünyanın en karaya bağlı yarımadası burası, hayır, konuyla ilgisi yok yani sözün gelişi söylüyorum ama Kuşadası’nda çalışırken de yüzme bilmeyen, denize girmeyen balıkçılar tanımıştım, hayır yani orda sahil yolunu asfaltlıyorlardı yol işçileri olarak, dört tanesi eskiden balıkçıymış, öyle dediler, yaşlı başlı insanlar neden yalan söylesinler, meseleye öyle bakarsanız hiç kimsenin sözüne inanmamak gibi utandırıcı ve can sıkıcı bir duruma düşebilirsiniz…
…Mahmut’un arkadaşı yanımdaki masada anlatıyordu. Galiba politika konuşuyorlardı sohbetin başında. Söz sözü açtı, Gümüşhane gemisinin batmasından geçti, Türkler yüzmeyi bilmeze geldi, oradan da neye inanmalı, neye inanmamalı felsefesine müteveccihen hareket etti. Ben aslında Mahmut’tan konuşulsun istiyorum çünkü Mahmut benim ağabeyimdi. O kaybolduğunda ben on yedi yaşında çelimsiz bir lise talebesiydim. Babam beni severdi. “Bu, adam olacak adam, ağabeyisi gibi it olmayacak.” Babamın benden söz ederken “BU” demesi kızdırırdı beni o zamanlar, nasıl derler, duyarlı bir gençtim, ağabeyime it denmesine, bana bu denmesine kızardım sessizce. Ağabeyim harbokulundan atılmıştı, kitap okurken yakalamışlar, oradan ticaret lisesine kaydoldu, Akşam Ticaret Lisesi, gündüzleri uyuyor, okuyor, şiir yazıyor, serserilik ediyordu. İtlik. Sonra ticaret lisesinden de atıldı. Elindeki kitabı muhasebe hocasının kafasına atmış. Babam bağırıp çağırdı ama o kadar, şimdi düşünüyorum da, belli belirsiz korkardı ağabeyimden. Bana attığı onca dayağın yanında bir gün olsun Mahmut’a vurduğunu hatırlamıyorum. Korku, sevgi, hiddet ve şaşkınlıkla bakardı Mahmut’a. Ticaret lisesinden atıldıktan sonra bir tanıdığın bürosuna işe girdi. İyi para veriyorlardı. Telefonlara cevap veriyor, kahve çay filan pişiriyor, elden mektup götürüp getiriyordu başka işyerlerine. Koyun ve bilimum büyük baş hayvan alım satımı yapıyordu adamlar. İşi babam bulmuştu Mahmut’a. “Sen oku adam ol evladım, bak ağabeyin olsa olsa celep olur bu gidişle!”
Bunu söylerken keyifle gülümsüyordu babam. O zaman anlayamadığım bir nedenden ötürü Mahmut da gülümsüyordu. Oysa üçüncü gün, hiç kimselere haber vermeden işi, evi, hemen hemen her şeyi bırakıp bir başka şehre gitti. İki ay sonra anneme yazdığı ilk mektuptan iyi olduğunu, bir matbaada gece bekçiliği yaptığını beş yüz lira biriktirdiğini, yeni dostlar edindiğini, yakında daha iyi bir işe başlayacağını öğrendik. Şimdi düşünüyorum da bu kadar detaylı bir mektup yazması olur iş değildi. Zaten bir daha mektup filan yazmadı, bir iki kartpostal hariç hiçbir şey yazmadı. Daha iyi iş, Gümüşhane gemisinde garsonluktu. Akdeniz’in içinde liman liman dolaşıyorlardı. Beraber çalıştığı insanların çoğunu seviyordu, iş yorucuydu ama yemekler iyiydi, Atina’yı, Roma’yı, Marsilya’yı görmüştü, yani buralarda karaya çıkmıştı, “Bu geminin okyanusa çıkması yasak gibi, Akdeniz’de dönüp duruyor şimdilik, turist mevsimi bitince Liman lokantasında garsonluk yapacağım, hepinizi hasretle kucaklarım.” Mahmut’tan gelen son kartpostal. Yahu yandaki masayı unuttum, ben adam olmam, düşüncelerimin içinde yirmi bin fersah dalıp çevreyi ihmal ediyorum…
…meseleye öyle bakarsanız iklim şartlarının hiçbir önemi kalmıyor, yani Cemil o penaltıyı auta atmasaydı sizin takım şampiyon mu olacaktı? Güldürmeyin beni…
…hay allah, bakıyorum, evet aynı insanlar konuşuyor. Nereden nereye gelmişler. Ama şaşırmamalıyım ben. Mahmut hangi takımı tutuyordu acaba? Bunu bile bilmiyorum. Ben adam olmam. İşte bu koltuk meyhanesinde komşu masada konuşulanları bile doğru dürüst dinleyemiyorum. Dalıp gidiyorum. Bir doçente yakışmıyor dalıp gitme. Dinleyelim bakalım, kim bilir belki yine Mahmut’tan söz açılır…
…meseleye öyle bakarsanız bütün lokantaların self-service olması gerekir. Fransa’da garsonluğun okulu var, akademisi var, bir sanat olarak görülüyor orada sofraya hizmet. Tabii orada müşteri cebindeki paraya yaslanıp olur olmaz azarlamıyor garsonu. Bizdeki gibi “oğlum, bir ciğer tava istemiştik yahu, iki saat oldu.” diye bağırmıyor. Bahşişi kafana atar gibi, seni satın alır gibi vermiyor tabii. Zaten garsonları da bizler kadar hoşgörülü değil. Onlar olmazsa kurulu düzenin bir kanadı kırılacak, biliyorlar…
…Mahmut nasıl garsonluk yapmıştı acaba? Gümüşhane gemisine binen yeni zenginlere, “oğlum bu köftede domuz eti yok değil mi, ona göre ha!” diyenlere nasıl davranmıştı? Ağzının kenarına bir belirsiz gülümseme yerleştirip, en yumuşak sesiyle konuşmuştur garanti. Sırıtıp durma karşımda derdi babam. İşte öyle…
…mesele öyle bakarsanız ayıp olur. Geminin battığı gecenin sabahı kantinden beraber kahvaltı ediyorduk Mahmut’la. Elleri titriyordu kahve fincanını kaldırırken. Yorgun musun, dedim. Değilim, dedi. İyiyim, canım sıkılıyor, sevgilimi özlüyorum belki, belki tembellik etmek istiyorum, deve gibi içip sızmak, hora tepmek, tanımadığım insanlarla dost olmak, ocak ayında Karadeniz’i görmek istiyorum belki. Yorgun değilim, dedi. Canım sıkılıyor. Öğle servisinde kalabalık bir rakı masasına biz hizmet ettik. İş adamları, karıları, kızları, oğulları, damatları, gelinleri, birinci, ikinci ve dördüncü kaptan masadaydılar. Geminin dümeni üçüncü kaptana bırakılmıştı herhalde…
…bugün yedi saat yürüdüm demişti bir akşam sofrada. Hepimiz yüzüne bakmıştık. Sofrada pek konuşulmazdı bizim evde. Yedi saat diye tekrarlamıştı gülerek. Hiç kimse bir şey söylemedi. Mahmut da sustu yemeğin sonuna kadar, bir şey söylemedi. Şimdi düşünüyorum: Nerelerde yürümüştü o gün yedi saat, neler düşünmüştü, O gün ne zamandı, mayıs mıydı, haziran mıydı, nedendi ve niçin o akşam sofrada bize söylemişti o gün yedi saat yürüdüğünü. Durup dururken hem de… Damdan düşer gibi, pattadak, durup dururken… Durup dururken… Neden? Bilmiyorum…
…meseleye öyle bakarsanız falcılara da inanmak gerekir. Yani benim şimdi sizinle bu votkayı içiyor olmam, Latin harfleriyle yazılmış bir alın yazısından ötürü mü? Rica ederim. Kader, kader dediler, onu da gördük. Bilmiyorum. Ben Mahmut’un öldüğünü kabul etmiyorum. Bu konuda, gazete kupürleri dahil, bir tek delil yok. Gümüşhane gemisinden çıkartılan mutfak takımları açık arttırma ile satıldı. Kapışıldı elbet. Denizin tuzu parmak izlerini siliyordur herhalde. Kent sinemasında bir film oynuyor, ben gördüm ama yine görebilirim…
…hesabı istiyorum. Bugün cumartesi. Yarın değil öbür gün sınav var. Kırkayaklı bir keder burkuyor yüreğimi. Nedendir bilmiyorum, bu çıktığım bulvarda sanki, her an Mahmut’a rastlayabilirim ve güleriz. Oysa meseleye böyle bakarsak, işin başında onu ihmal etmememiz gerekirdi. Gerçekten utandırıcı ve can sıkıcı bir durum. Derken hesap geliyor…
…yarın sabaha kadar…
Memet Baydur
12 Nisan 1980 Paris