0d951-kuyu

Kuyu öyküler anlatırmış, türküler okurmuş, bilmeceler sorarmış; anneme inanırdım. Bir gün mavi saç kurdelesini kuyuya düşürmüş, “O gün çocukluğum da düştü kuyuya” derdi. Kurdele, ilkokuldan bir arkadaşının armağanıymış; kim olduğunu sormadım.

Ben kuyuyla kolkola büyüdüm: Yaz tatillerinde her sabah acı zeytinyağına batırılmış, üzeri kekikli ekmeğimi ille onun başında oturur yerdim. Annem, “kurdele gibi düşersin” diye korkutur muydu beni bilmiyorum ama, uykumda çoğu zaman evin kuyuya gömüldüğünü görür, korkuyla üç kat aşağıya hızla iner bakardım: Kuyu usul usul uyumakta işte… Evimiz, bazı ahşap yakınmalarını saymazsak, sapasağlam ayakta olurdu. Evin yerinde oluşuna mı sevinirdim, kuyunun evden kaçmadığına mı; yoksa ikisine de mi?

Bir ara komşularımız, evimize kuyumuz var diye gelirlerdi. Mahalledeki tek kuyu bizim evdeydi, sular kesilince eline kovasını, tenceresini alan kahvemizi içmeye gelirdi. Sular kesilince, bakkal yolunda yüz gram kahve almalar; evde taze kahve kokuları… Annemin her komşuya aynı falı baktığını duyardım: Beş vakte kadar… “Sular da gelecek mi anne?” diye sorduğumda, esaslı bir azar işittiğimi anımsıyorum. Komşuların yanında öyle şeyler söylenmezmiş, ayıpmış.

Sular çoğunlukla beş vakte kadar gelmezdi.

“Onlar da kendilerine bir kuyu alsınlar o zaman.”

“Ya bizim kuyumuzu alıp götürürlerse.”

Gece uykumun arasında, acaba yerinde mi diye kontrol ederdim. Onun bir adı yoktu. Aslında varmış da unutmuş annem. Bense onun adını “kuyu” diye bilirdim. “Kuytu kuyu” derdi günde on fincan kahve içen yan komşumuz. Duvarın kıyısında dururmuş, ondan kuytudaymış. “Erkekler kahve içmez, bıyıkların çıkmaz sonra!” da derdi. “Senin de memelerin çıkmayacak!” dediğimde, ikinci esaslı azarı yanıma alıp sokağa fırlardım.

Başka evlerin altında da böyle kuyular olduğunu duyduğumda, çok öfkelenmiştim. Hatta -aramızda kalsın- bir gün o kuyulu evlerden birine bayram tebriğine gittiğimizde, ben alt kattaki kuyuyu bulup kimseler görmeden işemiştim. Ev sahibinin verdiği şekerleri de içine atmıştım. Bütün bunları bizim kuyuya anlattım; suları mavileşti, bu gülmek miydi? İnanmadım, perdeleri açtım, güneşlendi kuyu. Evet doğru görmüşüm, güneşlenmiş ama sararmamıştı; maviydi, duru bir mavi… Daha önce hiç görmediğim bir mavilik; kedinin gözleri gibi değil, gökyüzü gibi de değil: kurdele mavisiydi bu!

Annem mutfaktaydı, heyecanla seslendim. Sanki geçici bir şeydi mavi, çeker giderdi; hızlı hızlı insindi merdivenleri, yoksa o mavilik kaybolacak, kül rengi bir suyla karşılaşacaktı. Annem ellerinde soğan kokusuyla, ayakları çıplak çıkageldi.

“Anne bak, mavi kurdelen!”

Suya eğildi. Gözleri ışıldadı. Eğilip alsaydı ya kurdelesini, saçlarını toplasaydı ya. İşte bak, kurdelen, masmavi duruyor karşımızda. Elimizi uzatmamızı bekliyor, yıllar önce aldığını geri veriyordu belli ki…

Saçlarımı okşadığını ve gittiğini anımsıyorum.

Yani şöyle oldu her şey: Gülümsedi, saçlarımı okşadı, gitti.

Kuyudaki su, saçlarını mavi kurdeleyle bağlamıştı.

Saçlarımda nefis bir soğan kokusu, ki hâlâ durur.

Turgut Baygın

Kurşun Kalem dergisinde yayımlanmıştır.