Kemal Varol’un 2015 İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nde Dilin Sınırları başlıklı panelde yaptığı konuşma metnidir.

57d450b30f254449a82e0a9e

Bir yazar olarak, her zaman kursağımda kalan anadilime iki defa çok yaklaştım. İlkinde, on dört-on beş yaşındaydım ve dönemin dergi ve gazetelerine anadilimle okur mektupları yazmıştım. Her hafta bayiden aldığım gazetede mahlasla yayımlanan yazılarımı göğsüme bastırarak eve koşuyordum. Biraz daha sabretsem, biraz daha dayansam belki daha o yaşta kanıma karışan anadilim kucağını açacaktı bana. 1993 gibi bela bir yılda, burada uzun uzun anlatamayacağım kimi nedenler yüzünden anadilimden uzaklaştım. Araya yıllar ve Türkçe yazılmış üç şiir kitabı girdi. Zaman zaman anadilimin duygu dünyasından beslenen, oradaki kimi unsurları da içeren üç şiir kitabı yazdım. Tam on yıl sonra, 2003 yılında üniversitedeki hocam Talat S. Halman’ın önerisiyle bir kez daha anadilime yaklaşma imkânı buldum. Bir arkadaşımla birlikte Modern Kürt Şiiri’ni Türkçeye çevirip bir antoloji çıkaracaktık. Bu sefer Kürtçe şiiri, Türkçeye çevirmek gibi bir görevim vardı. Aylarca modern Kürt şiirinin büyüsüyle yatıp kalktım. Hatta bir zaman sonra, çevirileri bir kenara koyup kendim de bir şeyler yazmaya soyundum. Hayatımda ikinci kez, kendimi anadilimle ifade etmeye kalktım o günlerde. Bölük pörçük birkaç dize ve şiir tasarımı… Ama bu ikinci deneyimim de ilkini aratmayacak bir nedenle yarıda kaldı. Konuştuğum ama yazıda sınamadığım anadilimi Türkçeye çevirirken yaşadığım heyecan ve büyülenmeyi, (galiba en doğrusu şu ifade olacak) sahiciliği kolay kolay unutmayacağım. Bu duyguyu yazı dilim olan Türkçede hiç yaşamadığımı itiraf etmeliyim. İyiydi, güzeldi, etkileyiciydi galiba yazdıklarım. Ama benim için hep eksik kalan, eksik kalmaya yazgılı bir tarafı vardı yazdıklarımın. Toprağından, köklerinden, dilinden koptukları için bir türlü sahici olamıyordu yazdıklarım ve bu duruma herkesi inandırsam bile bir türlü kendimi inandıramıyordum.

Doğup büyüdüğü evde tek kelime Türkçe konuşulmayan bir aileden geliyorum. Annemle babam hiçbir zaman bir yazar olarak ne yaptığımı anlamadılar. Yazdıklarımla ilgili iyi kötü gururlanmadılar. Bir tek günler geceler boyu okuyup yazmaktan ötürü gözlerimin bozulacağından endişe ettiler. Birkaç defa yazdıklarımı Kürtçeye çevirtip onlara okumayı düşündüm ve yazdıklarımı anadilime çevirme düşüncesi fazlasıyla kötü bir duygu olarak karşıma dikildi. Hiç şüphesiz, romanlarımı yazarken onların anlattığı hikâyelerden, bazen de onların hikâye ediş biçimlerinden fazlasıyla yararlandım ama yine de anadilime ait değildim artık. Üstelik anne babasının anlamadığı, hiçbir zaman okuyamayacağı bir dilde yazıyordum. Belki bir çeşit evden kaçma eylemiydi bu. Dille yapılmış bir evden kaçma eylemi. Ama sanıldığının aksine evin dışı her zaman huzur vermiyordu kendisinden kaçana. Çünkü evin, sınırın öte yakasında da değişen bir şey yoktu. Galiba Türk okurların gözünde “orada” yaşanan kimi meseleleri anlatan, “oradan” beslenen, “buraya” aitmiş gibi durmayan, “buraya” ait olmak için pek çabalamayan, “orada” sıkışıp kalmış bir yazar olarak anıldım hep. Elimde, içinde yan yana getirilmeyi bekleyen bir sürü kelimeler olan tahta bir bavul, hangi yöne gideceğine karar veremeyen, onu kimlerin karşılayacağını asla bilemeyen bir yolcu imgesiyle kalakaldım.

Hangi dilde rüya görüyorsanız, anadiliniz odur. Yıllar geçtikçe rüyalarımda sadece annemle konuşurken anadilimi kullandığımı fark ettim. Ne yaparsam yapayım bütünüyle Türkçeydi rüyalarım. Gündelik hayatım da farklı değildi. Türkçe düşünüyor, Türkçe konuşuyor, hatta bir okulda Türkçe öğretmenliği yapıyordum. Ama ne zaman bir yerlerden Kürtçe bir şarkı çalınsa kulağıma neden orada kalakalıyordum? Şüphesiz, herkes kadar beni kederlendiren Türkçe şarkılar da var hafızamda. Gözlerimi kapatıp “Kütahyanın Pınarları”nı bağıra çağıra söyleyebiliyorum mesela. Ama koca bir şarkıyı geçtim, anadilimde duyduğum bir kelime neden susturuyordu beni?

Nereye ait olduğumu hiçbir zaman bilemedim. Türkçe yazıyordum ve sırf bu yüzden Kürt edebiyatına dahil olamazdım. Türkçe anadilim değildi ve Türkçeden çok anadilim olan Kürtçenin imkânlarından yararlanıyordum; bu yüzden Türk edebiyatına da dahil edilemezdim bence. Her iki dile göre de sınırın öte yakasındaydım. Bu duyguyu, şairken değil, roman yazmaya başlarken daha çok hissettiğimi itiraf etmeliyim. Bir sınırım yoktu, çitler veya dikenli tellerle çevrilmiş bir sınırım, daha doğrusu huzurlu bir bahçem de yoktu. Galiba sırf bu yüzden, ilk romanımı Türkçe yazmama karşın adını anadilimden aldım: Jar. “Zehir” anlamına da gelen bu adı sırf çarpıcı olsun diye seçmedim. Okuyanlar fark etmişlerdir. Bu ad, romanın derdini çok iyi özetlemiyor aslında. Zorlama bir ad olduğu apaçık ortada. Romanın içeriğine uygun pekâla başka bir ad da bulunabilirdi. Ama yine de bu adı tercih ettim ilk romanıma. İkinci romanım Haw’da ise, anadilimden kopardığım W harfini romanın adına ekledim. Ne Türkçe romanın adı, ne de Kürtçe. İkisinden birine ait olduğunu hissettiriyor şüphesiz ama ikisini de bozarak, biçimsizleştirerek anlamına yaklaşmayı tercih ediyor. Dönemeyeceğimi bildiğim anadilime borcumu ödemek, utancımı hafifletmek için bulduğum, belki de çok yaratıcı olmayan bir fikir. Ama iyi geldiğini, bir süre de olsa yükümü aldığımı itiraf etmeliyim. Yine de, bu durumun tümüyle huzursuzluğumu giderdiğini, beni bir tür ruhsal selamete erdirdiğini söylemek güç.

Kürt yazar ve okurlar nezdinde sırf Türkçe yazdığım için zamanla bir kıymet duygusu yaşamadığımı fark ettim üzüntüyle. Şüphesiz, üzüntü veren, “ben de sizin bir parçanızım” diye bakan bir çift göz için hayli kederli bir duyguydu bu. Onca yıl baskı altında kaldıktan sonra yeniden dirilen bir anadile sahip çıkıldığını görmek elbette sevindiriciydi ama o çabanın bir parçası olamamaktan dolayı üzüntülüydüm de. Kimi arkadaşlarım, Türkçe yazmayı bırakıp bütünüyle Kürtçeye yöneldiklerinde bu utanç duygusunu daha fazla hissettim. Çoğunun macerasını, cesaret ve kararlılıklarını hasetle izlediğimi itiraf etmeliyim. Zaman zaman, söyleşilerde “anadilimle ne zaman yazacağımı” soran okurların sorularını “ustaca” bertaraf ederken bile bu utanç, eksik, yanlış bir şey yaptığım duygusundan bir türlü kurtulamadım. Övülürken, ödüller alırken, konuşulurken ne yaparsam yapayım gideremediğim mahcubiyet ve utanç duygusunu kişiliğimin bir parçası saydım yıllarca. Meğerse, o kalabalık salonlarda yaşadığım boğuntu dilinden uzak kalmanın utancıymış; yıllar geçtikçe anladım.

Yine de, tam da hayıflandığım, üzülüp kederlendiğim, yazgımın bir parçası saydığım bu durumun talihimin bir parçası olduğunu hissettiğim zamanlar da oldu. Arasında dolaşıp durduğum bu belirsiz hat, gevşek sınırlar, utançla yükselmiş bu duvarlar talihimin bir parçası da sayılabilirdi bir bakıma. Bu duyguya razı olarak, nereye ait olduğunu hiçbir zaman bilemeyerek, hangi sınırlarda dolaştığını fark etmeyerek, iki sınırı da bolca ihlal ederek ilerlediğim yol bana türlü imkânsızlıklar yanında kimi imkânlar da sunuyordu şüphesiz. Ama tüm mesele, her zaman bu utançla yazgılı olduğunu unutmamaktı belki de.

Adorno, Minima Moralia’nın bir yerinde, Macar kökenli olup Almanca yazan bir yazar hakkında şöyle demişti: “Son nefesini Macarca verdi!” Yıllar önce Minima Moralia’nın daha ilk baskısında, o zamanlar henüz sadece bir kitabı olan bir şairken okuduğum bu sözün altını farklı birkaç kalemle çizdiğimi hatırlıyorum.

Beni kabul ettiği için, sarıp sarmaladığı, tümüyle olmasa da yabancılık hissi vermediği için Türkçeye teşekkür ederim ama günün birinde son nefesimi anadilimle vermek isterim ben de!