Bundan sonra her gün olmasa bile hemen her gün bir şeyler yazacağım, günlük niyetine. Yazı ister istemez geçmişi imlediği için de bunların adı dünlük olsun. Okuduklarım, izlediklerim, bakıp gördüklerim üzerine birkaç delibozuk söz… Kendi kendime konuşmamak için. İlaç niyetine yazı… Parşömen her ne kadar bir edebiyat dergisi (hatta zaman zaman müzik dergisi ve kitap dergisi) gibi davransa da kökünde bir blog ve blog demek internet günlüğü tutmak demek aslında…

Vira bismillah!

055a2-2

29.Temmuz.15

Pergamon Krallığı’ndan günümüze kalan önemli tarihi kalıntılardan biri de Asklepion’dur. Burası bir şifahanedir aslen. Girişinde “Ölümün girmesi yasaktır!” yazan bir hastane. Burada tiyatro, kutsal su, perhiz ve telkin gibi çeşitli yöntemlerle hastalar sıhhatlerine kavuşturulurmuş. Tünelde (geçitte? yolda?) yürüyen hastalara, yukarıdaki deliklerden “İyi olacaksın!” telkininde bulunurmuş hekimler. Günümüzde, biz fani SGK hastalarının en muzdarip olduğu konu da bu olsa gerek; derdimizi sıkıntımızı anlatabileceğimiz, bize iyi olacaksın diyecek hekimlerle karşılaşma olasılığımızın hayli düşük olması… Binbir özveriyle çalışan hekimlerin gereğini yaptıklarına şüphe yok ama tercih hakkım olsaydı eğer, İsa sözünün henüz dolaşımda olmadığı o yıllara dönmek ve yukarıdaki mazgaldan birinin bana “İyi olacaksın Onur bilader!” demesini tercih ederdim.

Bir demircinin demire inanmaması, bir öğretmenin eğitim denen garabete inanmaması olacak iş midir? Bilmem. Ve fakat, eksikli gedikli bir mütercim olarak bendeniz, çeviriye inanmıyorum. (Ağlarım mütercim gibi bakdıkça istikbalime!) Dünyanın en zevkli işlerinden biridir çeviri yapmak ve insana kendini eksikli hissettirecek başlıca işlerden de biridir. Keşke Babil Kulesi yıkılmasaydı da hain çevirmene (traduttore traditore) ihtiyaç kalmasaydı.

Mahcubiyetimi bastırmak için lafı geveliyorum işte. Ve buyrun posası: Karamazov Kardeşler’i okuyamadım. Ya da şimdilik bıraktım, diyelim. Çünkü son zamanlarda okuduğum çeviri kitaplardan çok bunaldım. Anlamsız cümleler, Türkçe söyleyişe hiçbir şekilde uymayan sözler ve diyaloglar… Pes dedirtti sonunda. Ah Babil’in hırslı insanları sizi, yaktınız bizi!

Karamazoflar’dan bana; etrafımdakilere Servetska, Zeynopovski, Başakoviç, Aysuşka diye hitap ederek eğlenmelerim ve Fyodor Pavloviç Karamazov’la Ankara pavyonlarına aktığımız rüyalar kaldı…

Karamazoflar’dan sonra kendimi hemen çağdaş öykünün serin sularına attım. Günümüzde geçen, çevirisiz öykülere… Ve fakat, burada da aradığımı hemen bulamadım. Birkaç kitabı devirdim ama çeşitli sebeplerle (öykülerin okuru yalnızlığın ortasında bir başına bırakan muğlaklıkları, fazla alıntılarla bezelenmiş olmaları, vesair) onlar da sarmadı.

Sonra birkaç ay önce alıp kenara koyduğum Şikeste’yi aldım raftan. Türker’in ikinci öykü kitabı. İlk kitabı Vapurlara Küsmek’i zevkle okumuş ve hatta imzalatmıştım yazarına. O kitabı birine verdim sanırım ama geri dönmemiş olacak ki bulamadım. Şikeste’ye gelelim…

Şikeste’deki öyküleri çok beğendim. Hemen hepsini. İlk cümleyle birlikte yakanızdan tutup sizi kendi atmosferlerine çekiyorlar. Klişe ifadeler olacak belki ama toplumsal dertlerle bireysel mevzuları çok iyi harmanlayan öyküler bunlar.

Bugünün şarkısı, Atmaca’lı Hüsnü ve Yunanlı üç biladerinin icra ettikleri Bergama Zeybeği… Mazgallardan bunu çalsalar, zaten iyi oluruz hepimiz!

Onur Çalı