fecb4-file_20141212145508

30.Temmuz.15

Size ortalama bir üst-orta sınıf insanının ortalama hayatını çizeyim: Doğulur. Okullara gidilir. Oralarda ömrümüz boyunca içimizden tamamıyla atıp kurtulamayacağımız militarist zihniyet içimize özenle yerleştirilir. Üniversiteye kadar bu böylece gider. Çok az şey öğrenip (daha kötüsü öğrenme merakımızı da yitirip) bol marş okuyarak, vaktimizin büyük kısmını boşa harcamış oluruz. Üniversitede iş olanaklarını düşünerek seçtiğimiz bölümümüz de çok farklı değildir. Düşünce, bilimsel merak eser miktarda bulunur ancak. Burada da çok az şey öğreniriz. Mezuniyetten sonra iş-askerlik-evlilik teslisi devreye girer. Sonra torun yapın da sevelim! Biraz daha sonra tek çocuk iyi olmaz gelir. Öyle böyle, 40 yaşımıza geldiğimizde iki çocuk annesi/babası, mutsuz, hayalleri olmayan, düşünce ya da sanat üretmeyen, orta halli bir masabaşı çalışanı olur çıkarız. Ev taksitleri ve yurtdışı tatilleri de muhakkak… Bir süre sonra sağlık sorunları başlar; sürekli oturmaktan, hareketsizlikten, aşksızlıktan. Karımızı ya da kocamızı da aldatırız, kaçmaz! Bireysel emeklilikler, çocukların özel okul-dershane masrafları filan derken hala ölmemişsek 65 yaşımızda emekli oluruz.

Sonra da hayatımızı yaşarız.

***

Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları’nda roman yazan bir adamın romanını yazan bir adamı yazmış. Böylece kitapta üç yazar, iki roman var. Karmaşık gibi görünüyor ama değil aslında. Aksine, zevkle ve rahatlıkla okunan bir kitap.

Roman içindeki romanın karakterlerinden Claudia’nın anne babası için geçerli değil yukarıdaki iç karartıcı tablo. Onlar daha da iç karartıcısını yaşamışlardır çünkü. Bizim Philadelphia’lı katil ressam paşanın uzak biladeri Pinochet’nin zulmüne maruz kalırlar. Zambra bunu, o zamanlar çocuk olan, otuzlu yaşlarının başlarındaki yetişkinlerin gözünden çok güzel resmeder. Pinochet’yi sevmediğini şöyle ifade ediyor anlatıcı: O zamanlar Colo-Colo’yu tutuyordum, her zaman tuttum ve tutacağım. Pinochet’ye gelince, benim için televizyonda belli bir yayın saati olmayan bir programı sunan bir ekran yüzüydü, izlediğimiz şeyin en güzel yerinde araya giren sıkıcı ulusa seslenişler yüzünden ondan nefret ediyordum. Daha sonra aşağılık bir puşt olduğu, bir katil olduğu için ondan nefret ettim, ama o zamanlar sadece, babamın çıt çıkarmadan, sürekli dudağının kenarında duran sigarasından normaldekinden daha derin nefesler çekmekten başka tek bir hareket yapmaksızın seyrettiği o allahın cezası programlar yüzünden nefret ediyordum.

***

Zambra’nın üç romanını (novella?) ardarda okudum. Türkçe’de yayımlanma sırasını esas alarak değil, yazarın kitapları yazdığı tarihe göre okudum. Önce Bonzai, sonra Ağaçların Özel Hayatı, en son da Eve Dönmenin Yolları.

Zambra üç kitabında da epey filmin, kitabın, yazarın, şiirin/öykünün ismini geçiriyor. (Bir liste yaptım bile ben.) Ama bunlar hiç rahatsız etmiyor. Çünkü üç kitapta da okumak ve yazmak eylemleri üzerine de epey düşünce var zaten. Okur olarak, romanın keyfine varırken yazmak üzerine de düşünüyorsunuz bir taraftan. (Bir örnek: Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa yüzünü göstermek.)

Listemdekilerden biri de Emily Dickinson idi. Ağaçların Özel Hayatı’nda Julián’ın en sevdiği deli kadın Emily Dickonson’ın bir şiirinden bahsediliyor. Çevirmeye çalıştım:

Yaklaşan geceden payımıza düşen
Sabahtan payımıza düşen
Mutluluğun dolduramadığımız boşlukları
Aşağılanmanın

İşte bir yıldız burada ve bir yıldız orada,
Bazıları kaybetmişler yollarını!
Bir karartı burada ve bir karartı orada,
Sonra – başlıyor Gün!

31.Temmuz.15

Sâlah Birsel’in birkaç kitabı var evde, pencere önünde. Arada açıp okudukça zihnim ve dilim kamaşıyor, çok iyi geliyor. Onun Nezleli Karga’sından öğrendiğime göre, Eşref de İnsan Sevmeyen Timon gibi pek hazzetmezmiş insanlardan. O kadar ki, öte dünyada bile görmek istemeyecek kadar:

Yolu olsa kaçarım ruhlar dünyasına
Birleşmeye kalkmam cesetlerle mezarda bile
O kadar eyledim ki insanoğlundan nefret
İstemem yüzlerini görmeyi mahşerde bile

2.Ağustos.15

Gene Zambra. Notos’un yeni sayısında (sayı 53) bir söyleşisi var. Kitaplarının çevirmeni Çiğdem Öztürk ile. Enteresan şeyler söylüyor. Büyülü gerçekçilik ile ilgili söylediklerinden sonra şunu düşündüm yine de: Onlar olmasaydı sen bugün Türkçe’ye ve/veya başka dillere biraz zor çevrilirdin be Alejandro! Ve düşünmeye/hayal etmeye devam ettim: Keşke Türkçe edebiyata daha çok gözlerini çevirse şu uluslararası kitap dünyası. (Mesela Burhan Sönmez’in güzelim romanı İstanbul İstanbul’u okuyabilseler ya Şilili okurlar.)

Zambra’nın söyleşideki şu sözleri bile, Şili ile ne kadar benzer bir geçmişe (ve şimdiye) sahip olduğumuzu göstermiyor mu: Diktatörlüğü anlatmak illa geçmişi anlatmak anlamına gelmiyor. Şimdilerde yeni bir anayasa ihtimali üzerine konuşulmaya başladı, çünkü bizi hâlâ Pinochet’nin kafasının ürünü olan 1980 Anayasası yönetiyor. Sürdürülebilir bir yanı yok, anayasada bir sürü değişiklik yapıldı ama hâlâ o kurallar geçerli. Yeni bir anayasaya kavuşmadan yeni bir Şili olmayacak.

Onur Çalı