998e9-thelittleprince_morgan7.jpg

Evlenmeden önce yaşadığım mahalle bekar bir erkeğin kolaylıkla ev bulabileceği bir muhit sayılmazdı. Yolun iki yanına dizilmiş, önlerinde küçük de olsa bahçeleri olan üç beş katlı evleriyle orta gelirli ailelerin yaşadığı bu yerde mütevazı ve geleneksel bir hayat kendi akışında sürüp gidiyordu. Kaldığım daire bir orta kattı ve bu şanslı durum ısınma meselesini sorun olmaktan bir nebze olsun çıkarıyordu. Bir köşede yaz kış kurulu duran sobamı pek yakmıyordum. Doğrusu, soba yakmak benim için pek zahmetli bir işti. Kendimi ‘çok üşümeyen bir tip’ olduğuma inandırmıştım. Bir elektrikli ısıtıcım vardı ve onun düğmesine basmak inanılmaz kolaydı. Bu yüzden koca bir kışı birkaç çuval kömürle geçirdiğim oluyordu. O zamanlar bazen dışarıda bir kahve içmek için buluştuğum kız bu duruma hayret ediyordu. Bana bir gün “Üşümüyor musun sen orada?” diye sordu. “Hayır,” dedim, “sıcak bir daire benimkisi. İnanmazsın ama Aralık ayında bile evde sivrisinek oluyor.” Kız güldü bu dediğime ve bunun bir daireyi kiralamak için iyi bir kriter olduğunu söyledi.

Bu ‘tip’ tanımlaması aslında anneme aittir. Mesela bir türlü iş bulamayan ve akşamlara kadar yataktan çıkmayan abim için ‘çalışmayı sevmeyen tiplerden’ derdi. Aile ekonomisine tek kuruş katkısı olmadığı halde abimin evdeki başlıca işi durmadan yemek yemekti; onu uyanık olduğu zamanlarda, sıklıkla buzdolabının başında görürdünüz. Memlekette yaşadığım o zorlu dönemde evin yükünü tek başıma sırtlamaktan imanım gevrediği için abimin bu durumundan azıcık şikayet edecek olduğumda, annem beni sakinleştirmeye çalışır ve “Ne yapsın,” derdi, “o da çabuk acıkan tiplerden işte.”

Evim soğuk olmasına soğuktu, ama ne gam; ben muhallebi çocuğu olmadığıma göre bir sorun yoktu. Zaten evde fazla da vakit geçirmiyordum, hatta bazen mesaim bittiğinde şirkette bir kaç saat daha oyalanıyordum. Her zaman konuşacak birileri oluyordu. Politikadan bahsediyorduk, futboldan söz ediyorduk ve birbirimize çocukken oynadığımız oyunları falan anlatıyorduk. Kıt bilgimizle dini konulara bile girdiğimiz oluyordu. Bir de tabii zengin olmak, yırtmak.

Bir kış gecesi cebimde bir poşet dolusu parayla eve geldim. Merdivenleri nefesimi tutarak çıktım ve ellerim heyecandan titriyordu. Paraları poşetten çıkarıp duvarın dibine dizdim. Bu kadar çok banknotu ilk kez bir arada görüyordum ve mutluydum. Sonra yere oturdum, sırtımı çekyata dayadım ve bir sigara yaktım: Bu para denilen şeyin harcamak için olduğunu biliyordum ama oturup onu böyle soğuk gecenin sessizliğinde seyretmek de fena bir fikir değildi. Çalıştığımız şirketin muhasebesinde küçük bir yaramazlık yapmıştık, daha doğrusu iki arkadaşım bunu planlamış ve uygulamıştı. Poşeti de bana teslim etmişlerdi. Şirkettekilerin benden şüphelenmeyeceklerini düşünüyorlardı. Muhasebe servisiyle uzaktan yakında alakam olmadığını düşünürsek, bu doğruydu da. Gelgelelim, ertesi gün işe döndüğümde hareketlerimde bir tuhaflık olup olmadığımı -mesela yürüyüşüm değişmiş miydi- sorup durdum kendime. Şirkette kıyamet koptu tabii. Ortalık birbirine girdi. Toplantılar yapıldı, herkese bir sorgu bir sual. Hiç bir şey bilmiyormuş gibi yapmak ne kadar da zordu! Ama arkadaşlarım bu konuda çok başarılıydı. Bazen düşünüyorum: Acaba o zamanlar böyle internet bankacılığı falan olsa yapabilirler miydi aynı şeyi? Kim bilir belki de çok daha fazlasını yaparlardı.

Bir gün, dışarda kahve içmek için buluştuğum kıza olanları anlatıverdim. Bir yandan da bizim çocuklar bu yaptığımı duysalar yandığımın resmidir, diye düşünüyordum. Peki bunu niçin yaptım? Cevap çok basit. Dürüst olmanın bizi yakınlaştıracağını düşündüğüm için! Bu kız beni iyice tanırsa bu kez kahveyi belki dışarıda değil de içerde içeriz, diyordum kendime. Ama onu bir türlü evime davet edemiyordum. Ev sahibim o kadar anlayışlı biri değildi. Hem sonra komşular vardı.

Bir sonraki buluşmamız çok kısa sürdü. Kahvemiz bitmek üzereyken kız arkadaşım artık benimle görüşmek istemediğini, bir hırsızla arkadaşlık edemeyeceğini söyledi ve ona ne diyeceğimi bilemedim. Ben hırsız değildim, yani ez azından çalan ben değildim. “Ama biliyorsun ve saklıyorsun” dedi bana, “Belki şimdiden harcadın bile o paradan.” Doğrusu evimde sakladığım poşetle ilgili hayallerim vardı: Ayakkabılarımı boyatmak, bir hafta hiç atlamadan her gün üst üste ekmek kadayıfı yemek ve bir motosiklet satın almak istiyordum. Üstelik tüm bunları parayı bölüştüğümüz an -yani ortalık durulduktan sonra- yapmakta bir an bile tereddüt etmeyecektim. Çarşıdaki dükkanda bir motor kestirmiştim gözüme, kırmızı ve havalıydı. Ara ara gidip onu vitrinde seyrediyordum. O motoru gerçekten istediğimi düşünüyordum. Belki de kız arkadaşımla evde kahve içmekten daha çok istiyordum o motoru.

Arkadaşımın benimle görüşmek istememesi, şimdi bakınca, gayet doğal geliyor ama o zaman bunun bana yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünmüştüm. Ona, vakti zamanında büyük suçlardan senelerce hapiste yatan babasını ve daha o günlerde adam vurmaktan yargılanan amcalarını hatırlatmamla durum daha bir çetrefil bir hal aldı. Kız arkadaşım buna köpürdü ve benim aslında çok kötü bir insan olduğumu söyledi.

Kendisi iyi bir kızdı ama. Onu saf, temiz kalpli bir çocuğu hatırlar gibi hatırlıyorum. Güler yüzlü ve iyi niyetliydi. Dünyanın hep daha iyiye gittiğine inanan tiplerdendi. “Ben bir yıl Şeker Portakalı’nı, ertesi yıl Küçük Prens’i okurum” demişti bana. “Çok severim bu iki kitabı, döne döne okurum” diye de eklemişti. İlk önce bu döne döne okumanın ne olduğunu anlamamıştım, aklıma komik şeyler gelmişti ama söylememiştim. Ne de olsa ben bu ilişkinin kitap okumayan tarafındaydım ve bu konuda yapacağım tatsız bir şaka her şeyi mahvedebilirdi. Bu kitaplarda ne buluyordu bunu hiç bir zaman öğrenemedim. Onları zahmet edip kendim de okumadığım için ne hakkında olduklarına dair hiç bir fikrim yok. Ama arkadaşımın bu kitapların verdiği duygunun çok önemli olduğunu, bu yüzden de o duyguyu unutmamak için sık sık onları yeniden okumamız gerektiğine inandığını söylediğini hatırlıyorum. “Bu yıl Küçük Prens yılı” diye de eklemişti, kahvesini yudumlarken.

Bir süre sonra çocuklardan biri işten çıkarılma riskiyle karşı karşıya kalınca arkadaşını ihbar etti. Böylece ortaklaşa işledikleri suçu açığa çıkarmış oldu. Her ikisi de işten kovuldu. Önce benimle ilgili hiç bir şey yoktu, çocuklar, sağ olsunlar, adımı vermediler, ben de bir süre hayatıma ve şirketteki işime devam ettim. Sonra, nasıl olduysa, benim de bir şekilde işin içinde olduğumdan şüphelendiler. Ya da belki kulaklarına bir şey gitti. Yasal bir şey yapamadılar, öyle delil falan da yok, herhangi bir kovuşturma geçirmedim ama bir süre sonra işten çıkarıldım. Zaten o ambalajlama işine de hiç ısınamamıştım.

Ama tabii ki insanın ısınamadığı bir işinin olması işsiz olmasından kat kat iyiydi. Bunu, işten atılışımı izleyen günlerde ve aylarda acıyla tecrübe ettim. Şeker Portakalı yılında ev sahibim beni evden çıkardı. Oradan, daha yoksul bir semtte, üstü henüz inşaat halinde olan iki odalı bir eve çıktım. Bahçesi bir nalburun deposu olarak kullanılıyordu ve haftada üç gün bir kamyonet gelip hayatımda hiç görmediğim ve ne işe yaradığını bilemediğim bir takım malzemeleri bahçeye yığıyor, bazı başka şeyleri de yüklenip gidiyordu. Bu evi kolay buldum ama orada çok üşüdüm. Yeni evim kapıdan ve pencere kenarlarından inanılmaz derecede soğuk alıyordu ve burada üşümeyen bir tip olmak diye bir şey yoktu. Yaşamak için motorumu sattım bir süre sonra; aldığım paradan çok daha aşağıya gitti tabii benim kırmızı ama buna üzülmedim. Bir süre sonra bir iş bulacağımı biliyordum, buldum da. Bir tüpçüde çalışmaya başladım. Bu tüpçüde. Patronum bana güvenir; doğrusu güvenilmeyecek hiç bir şey de yapmam. Onca olaydan sonra böyle bir şey yapmam zaten delilik olur. Fakat şimdi herkes doğalgaza geçiyor, bu tüp işinin pek geleceği olmadığı söyleniyor.

Hala kitap okumuyorum. Aynı zamanda dayımın kızı olan eşim de hiç kitap okumaz. Çocuğumuz olmadı. Genç yaşımda bana bir kaç ay olsa da motora binme zevkini yaşatan iki vefalı arkadaşımla bir daha hiç görüşmedim. Birlikte kahve içtiğim kızın evlendiğini ve yurt dışına yaşadığını yenilerde öğrendim.

Şimdi bu anlattıklarımın üstünden çok uzun zaman geçti. Bunun belki on katını unutmuşumdur ya da, ne bileyim, belki de yarısını uydurmuşumdur. Belli bir yaştan sonra insan hafızasına güvenemiyor ki! Acaba bu yıl ne yılı?

Mesut Barış Övün