William Saroyan’ın Yetmiş Bin Süryani’si, Aras Yayınları tarafından 2004’te yayımlanmış olan, yazarın on dokuz öyküsü ve iki şiirinden oluşan bir kitap. Sunuş yazısında Aziz Gökdemir şöyle diyor: “…İnsanları insanlık dışına çıkaran, izleyen diğer insanları insanlıklarından utandıran olaylara bakarken, sorunu, bozukluğu, çıldırmışlığı ve benzeri tüm olumsuzlukları şu ya da bu halkın değil, tüm insanlığın mayasında gören bir yazardı William Saroyan…”
Saroyan öyküleriyle ilk kez karşılaşacak okurun bu önemli değiniye dikkat etmesi, Saroyan öykülerinin temel karakterinin insan ve doğa sevgisi olduğunu bilmesi gerekiyor.
Saroyan 1908’de Amerika’da, Bitlis’ten göç etmiş bir ailenin ilk çocuğu olarak doğar. Ata topraklarında 1915’te Ermenilerin zorunlu göç ve sürgünü gerçekleşirken yedi yaşındadır. O, hayata hem İngilizcenin hem de Ermenicenin içinden bakar; bu durumda bu iki milliyetten olduğu söylenebilecektir. Bu kanıyı doğrular nitelikteki cümlelere bir öyküsünde rastlıyoruz; yaşamının sonuna dek kendini hem bir Amerikalı, hem de bir Ermeni gibi hissettiğini yazıyor Ermenistan’ın Evladı Antranik’te. Ayrıca milliyetlerin önemsiz, kendisinin ise bir dünya vatandaşı olduğunu ne güzel anlatır: “Ermeni değilim ben zaten, Amerikalıyım. Fakat doğrusunu isterseniz, hem ikisi birdenim, hem hiçbiri değilim. Ermenistan’ı da Amerika’yı da çok seviyorum ve kendimi ikisine birden ait hissediyorum, ama sonuçta şuyum ben: bu dünyada ikamet eden bir insan. Siz de öylesiniz ha, nerede olursanız olun.”
Öyküden sesini yükseltmesini, iddia taşımasını, vurucu-çarpıcı biçem benimsemiş olmasını bekleyenler için Saroyan öyküleri zorlu bir imtihan olabilir çünkü onun öyküleri “konuşur gibi” yazılmışlardır. Öykülerin anlatmıyor gibi görünen, sohbet eder gibi aktaran dili, yani “Saroyanesque” dil, okura çoğu zaman çözmesi için bir sorunsal ya da çözümlemesi için bir biçim sunmaz; tersine, sadeliği her şeyi berraklaştırır. Saroyan okumak için tek yapmanız gereken, ve paradoksal olarak belki de en zor olan, öyküye ve yaşama dair önyargılarınızı, beklentilerinizi ve kabullenişlerinizi bir yana bırakmanız ya da onlarla hesaplaşmaya hazır olmanızdır.
Ermenistan’ın Evladı Antranik, Nereye Gidersen Git Çığlığında Memleket, Yetmiş Bin Süryani, Devrim, Savaş, Sen Bir Ermeni Ben Bir Ermeni gibi politik göndermeleri daha yoğun olan öyküler, yazarın insana, dünyaya ve hayata bakışının da göstergeleri konumundalar.
“Türkler Ermenileri öldürürken bir yandan General Antranik ve askerleri de Türkleri öldürüyordu. Az önce andığım hoş, kendi halinde, zararsız Türkleri –asıl suçlular cephe gerisinde, savaşın yakıp yıktığı yerlerden uzaktaydı çünkü… O pek güçlü devletler Ermenistan için bir şeyler yapmaktan bahsettiler bir ara, ama kıllarını bile kıpırdatmadılar…”
Saroyan, savaş denen anlamsız oyunun varlık nedenlerinin yüzeyde değil, daima daha derinde olduğunu sezdirmeyi seviyor. Görmek için küçük değil büyük resme bakmak gerektiğini anlatıyor. Herkesin gözü önünde, sahnede olana değil, kulise bakmayı tembih ediyor.
Saroyan öykülerinin lirik oldukları doğru ama onun öyküleri için söylenen, toplumsal çelişkileri işlemediği yargısına katılmak pek mümkün gözükmüyor. Toplumsal çelişkilerin yarattığı büyük bir felaketin içinden gelen, büyük felaketleri de toplumsal çelişkilerin yarattığını çok iyi bilen bir yazarla karşı karşıyayız. Yoksa Bir Hayatın Dirilişi adlı öyküsünden şu satırları nasıl okurduk:
“Biz tavuk ekmeği yiyoruz. Elbette tabii. Tavuk ekmeği zenginlerin yiyebileceği kadar iyi değil. Bizim evde tavuk ekmeği çok. Her parçasını, her kırıntısını yeriz. Ekmeğin kabuğunda biraz pislik olmasına aldırmayız. Hepsini midemize indiririz. Bir torba dolusu tavuk ekmeğini. Biliyoruz, fakiriz. Rüzgâr estiğinde evimiz sallanır ama biz titremeyiz. Zenginler için yeterince iyi olmayan, somun somun atılan ekmekleri biz yiyebiliriz. Bu ekmekler tavuklara verilemeyecek kadar güzel…”
Saroyan, yüceltme ya da kutsamanın tehlikelerini görüp göstermek ister. Yetmiş Bin Süryani adlı öyküsünde bir yazar olan anlatıcı, Saroyan’ın duygu ve düşüncelerine tercüman olur:
“Tek bir arzum varsa, o da insanların kardeşliğini göstermektir… Irklara inanmam. Hükümetlere inanmam. Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görürüm. Henüz herhangi bir dilde konuşmayı öğrenmemiş bebekler dünya üzerindeki tek ulustur, insan ulusu…”
Kitapta biçimsel olarak en dikkat çekici öykü Yılan. Diğer öykülerden konu ve biçim bakımından ayrılmasına karşın öykü, yılan simgesinin John D. Rockefeller’a bir gönderme olmasıyla, politik hiciv de barındırıyor. Yılan’ı özel yapan sadece simgesel dili değil, aynı zamanda döngüsel bir anlatıyı barındırıyor olması. Nazarların Levon, Aram’ın evine ziyarete gider ama ona Aram’ın henüz gelmediği, beklemesi gerektiği söylenir. Aram’ın dört çocuğunu bir oyun tahtası üzerinde yerde oturmuş oynarken bulur Levon. Büyük tahtanın merkezinde bir ok vardır. Ok döndürüldüğünde parlak yıldızın resminin bulunduğu yerde ya da yıldız resminin yanındaki küçük yeşil yılanın resminde durur. Levon Ermenice Bitlis’teki evlerinde yaşayan büyük kara yılandan bahsetmeye başlar. Sayı hesabı yapan çocuk, küçük yeşil kurşunkalemin düştüğünden habersiz, yılanı görüp görmediğini sorar ona. Levon, adı Sevavor (Ermenice kara-karalı demekmiş) olan yılanı görmek için ona süt getirdiğini, yılanın süt kabına yaklaştığını ama bir boy kala durduğunu, böylece gövdesinin tamamını göremediklerini anlatır. Bu arada yılanın başını tarif ederken onu Rockefeller’a benzetir. Hikâye yarım kalır çünkü Aram Sevavor gelir ve Levon’a ziyaretinin sebebini sorar. Levon çoktan unutmuştur neden geldiğini. Kalkıp gider. Yeşil kurşunkalemli oğlansa, patikanın başında durup onun uzaklaşmasını izler, “beraberinde hikâyenin sonunu sonsuza dek götürerek.” Saroyan öykülerini bilip de bu büyülü öyküyü okumamış olanların çok şey kaçırdığını söylemek gerek.
Saroyan sadece öykü, roman, oyun yazarı değil, aynı zamanda çağının tanığı bir aydındı. Olayların göründükleri gibi olmadıkları sezgisini yazarlığının yanında aydın kişiliğine ve tanıklıklarına da bağlamak gerekir. Hangi öyküsünü okursanız okuyun, bunun izlerini bulabiliyorsunuz. O, hayatı bütün güzelliği, ihtişamı ve huzuru ile sevmeyi başarmaktan, hayat için şükretmekten ama onu yaşarken aramaktan vazgeçmemek gerektiğinden söz ediyor. “Yaşayan bir insan diğerlerinden nasıl büyük olabilir ki?” diye soruyor. Devrime inanıyor ve “asker diye bir şey yoktur,” diyor. Ekliyor: “Biliyorum, hatta eminim ki tek bir insan, kalabalıkların yaptığı canavarlıkları yapamaz. Benim tek itirazım, başıboş saldırgan kalabalıklara.”
Dünyanın ne mene bir yer olduğunu gören gözlere, duyan kalbe ve okuyan akla sahip, yazdıklarıyla kardeşliği ve barışı dile getirmeyi arzulamış olan o ve onun gibi yazarlara bin selam.
Zeynep Sönmez
Sarnıç Öykü’de (23. sayı) yayımlanmıştır.