Erhan Altan: Biraz anlatır mısın, deneysel şiirle tanışmaman nasıl oldu?
Barış Acar: Aslında hâlâ tam olarak tanışabildiğimi söyleyemem. Benim için şiir ve öykünün yolları Küçük İskender’in Gözlerim Sığmıyor Yüzüme’den Dedem Beni Korkuttu Hikâyeleri’ne geçerken kesişti. 90’ların başıydı. O yılların şiir dünyası da öykü dünyası kadar kuraktı. Dolayısıyla git gide daha az şiir okumaya başladım. Şiir eleştirisi ise yok denecek kadar azdı zaten. Dize dergisi falan vardı. İşte o yıllarda şiirle tüm bağımı yitirdim. Bir daha da geri dönmedim. Taa 2011 yılına kadar. Neredeyse yirmi yıl. 90ların ortasından itibaren deneysel metinlerle uğraşmaya başladım. İlk örnekleri üniversite fanzinlerinde kalmış, oynanması olanaksız tiyatro metinleri ve yarı eleştiri yarı kurgu niteliğindeki öyküleme girişimleridir. 1997 yılından bu çabalar Bir Bilet: Gidiş-Dönüş öykü dergisi içinde önce mahlas isimlerle yayınlanmış aynı çizgideki metinlere, daha sonra kendi adımla yayınladığım öykülere dönüştü. Derginin yayınını durdurma kararı aldığı 2003 yılına kadar da devam etti. Kimi görsel öğelerden oluşuyordu, kimi kolajlarla kurulmuştu, ama her zaman gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırda geziniyordu. Ancak bunu dil oyunlarına yaslanarak değil, avangardın macerasındaki gibi gerçekliğe müdahale ederek, ya da gerçekliği bir şekilde metinle ilişkiye sokarak yapıyordum.
2005-2006 gibi atağa kalktığı yıllarda görsel şiire dair kimi örnekler gözüme ilişti. Ancak bunlar benim uğraştığım alana yakın görünmedi. Ben öyküdeki anlatım unsurunun ve anlatımcılığın bozumunun peşindeydim daha çok. Görsel şiirin çoğu örneğinde görselliği kullanma biçimi ise birer tasarım unsuru gibi duruyordu. Bu yönüyle plastik sanatlara yakındı belki; dilsel olanı, dahası onun gerçeklikle bağını sorgulamıyordu. Bu ilgisizliğin 2003-2008 arasında çok az sayıda öykü yazmamla da ilgisi var tabii. Daha çok sanat kuramıyla uğraşıyordum o yıllarda. Hatta Kitap-lık’ta yayımladığım öyküler (ilki, 2004’teydi sanırım) üzerine konuşurken Murat Yalçın sormuştu görsel şiiri takip edip etmediğimi. Ben de yukarıda söylediklerime benzer bir şeyler söylemiştim.
Avusturya’ya geldikten sonra, biliyorsun, senin sayende yeniden ilgi duymaya başladım şiire. Keza şiirin başka bir mecrada süren macerasının benim öyküde geliştirmeye çalıştığım tutuma çok benzediğini gösterdin bana. Ahmet Güntan’ı, Murat Üstübal’ı, Ömer Şişman’ı okuyunca çarpıldım açıkçası. Benim 90’ların sonunda başladığım ama öykü dünyasında hiçbir karşılık bulamadığım çabayı, henüz pek çoğunu okuyamadığım epey kalabalık sayıdaki bir şairler topluluğu, sıfırlı yılların ortalarından itibaren şiirde inanılmaz güçlü bir çizgi olarak geliştirmişlerdi. Kaldı ki, Bir Bilet: Gidiş-Dönüşolmasa kimse öykü diye yayımlamazdı benim yazdığım metinleri. Ancak işte şiirde bu diyaloğu/kavgayı, artık ne dersen, hareketliliği yakalamayı başarmışlardı. Birbirlerini duyan ve yeni bir deneyim alanı için çarpışan şairler, dergiler, kitaplar çıkmıştı ortaya. Sen deneysel diyorsun, ben avangard demeyi tercih ediyorum. Avangard bir deneyim üreten bu ortamın içinde yazsaydım öykülerimi nasıl bir gelişim çizgisi izlerdi çok merak ediyorum doğrusu. Şu sıralar denediğim de tam olarak bu aslına bakarsan. Dolayısıyla şiiri ıskalamak en büyük kaybım olmuş gibi geliyor bana. Öykünün yaşayabileceği alan 2000’li yıllarda şiirin kılcal damarlarıymış, öykü dergilerinin çoksatar bir türe geçmeden önce at koşturulan kariyer sayfaları değil.
Erhan Altan: Deneysel öyküyle deneysel şiir bilmeden aynı tarihi gitmişler gibi görünüyor. Bu da edebiyattaki bu gelişimin 2000’lerdeki toplumsal gelişime karşılık düştüğünü gösteriyor bence. Sen ne dersin?
Barış Acar: Gerçekten bir deneysel/avangard öykü tanımlanabilir mi Türkiye için; haydi böyle bir tanımı üretmeyi başardık diyelim, onun içinde belirgin ortak özellikler saptanıp bir dönemin toplumsallığıyla gerçekten ilişkilendirilebilir mi, emin değilim açıkçası. Ne tikeldeki yapıtlar böyle bir ortaklık üretmeye aday ne de dönem dediğimiz şeyin eskisi kadar türdeş olduğunu düşünüyorum günümüzde. Kaldı ki, deneysel öykü dediğimizde kaç tane öyküyü, öykücüyü bir kümeye sokabileceğimize de emin değilim.
Örneğin öykünün ana akımı diyebileceğimiz bir grup adam ve onların yayını olan dergilerin etrafında kümelenmiş küçük topluluklar için kısa kısa öykü/“micro fiction” epey deneysel kaçıyor. 90’ların ortasından beri yiyip bitiremedikleri bir konu bu. Bir de bunun etrafına düğümledikleri “Kısa kısalık metni şiire yaklaştırır mı?” gibi akıllara ziyan yavanlıkta tartışma başlıkları var ki oralara girmeyi hiç istemem. Ne tarihsel avangardı ne de 1960’ların yeni avangardını tanıyan, görsel kültür ile yazılı kültürü karşılaştırmak konusunda tümüyle cahil, avangard deneyimin kökeninde yatan yaşama gitme çabasına ise hiçbir vakit aşina olamamış bir anlayış ürüyor ondan. Aslına bakılırsa adı konmamış bir tür “toplum mühendisliği”yle iştigal eden, tavşanın suyunun suyu yavanlığındaki solculuktan beslenen, dolayısıyla sürekli sızlanan iki yüzlü piyasacılar olmaktan öteye gidemeyen patetik bir eğilim bu.
Bu konunun bir yönüyken, yine bir dönem Hayalet Gemi’nin başını çektiği ikinci bir eğilimi bundan ayırt etmek gerekiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk grubun yavan doğalcılık/gerçekçilik (ikisi sık sık birbirine karışıyordu orada haliyle) anlayışının anti tezi olarak yola çıkan bu grup, kurgu içinde kurgu, üst kurmaca, oyunsuluk gibi kavramları kullanarak bugünkü yaratıcı yazarlık kurslarına, dolayısıyla neoliberal kervanı oluşturacak olan, meselesiz, istemesiz ve akıl almaz boyutta sıkıcı, ilkinin yedeği görünümündeki alternatif ana akıma ulaştılar.
Avangardın kökeninde yatan, toplumla kökensel bir hesaplaşmaya girişme, akıldışını akla karşı silah olarak kullanma gibi olgular bu iki grupta da hiç varolmadı. Sanatsal olanın her türevi gibi edebî olanı da reddeden, sokağı/yaşamı yazıya yeğleyen, seçkincilik karşıtı ama kendiliğindenliğe de kurban gitmeyen bir noktaya ulaşamadıkları, dahası böyle bir çabaya hiç yanaşmadıkları için bu girişimleri deneysel ya da avangard olarak kabul etmiyorum ben. Olsa olsa deneyselden rol çalma gayretleri olabilir bunlar. Bir dönem bütün gücüyle öyküye atılmış, ancak bugün artık bırakın öykü yazmayı edebiyatın kıyısularına dahi yanaşmayan, arkalarında bıraktıkları yığına bakarsanız resmin tamamı açıkça görülecektir. İşte avangard oralarda bir yerde kaldı. 90’lardaki öykü patlaması tartışmalarının öznelerinin neler yaptığına bakın bugün ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Öte yandan 2000’lerin toplumsal eğilimleriyle öykü ve şiirdeki avangard girişimler arasında kurmaya çalıştığın analojiyi anlıyorum.
2000’ler, 80 sonrası baskı ve inkâr sürecinin, 90’lardaki devlet terörünün üzerine tıkanmış su giderinin açılması gibi geldi bana kalırsa. Siyaseten olduğu gibi edebiyatta da gideri tıkayan cüruf temizlenince büyük bir ferahlık yaşandı. Eski isimlerin hiçbirinin esamesi okunmaz oldu. Ama elbette, yine aynen siyasette olduğu gibi edebiyatta da ana arterin tıkanmasıyla şehrin en küçük kılcal damarına kadar ilerlemiş olan pislik bir anda temizlenmez. Bugün lavabolardan yükselen ağır çürük kokusu bundadır. Deneysellik ya da avangard, 2000’lerin ortasından itibaren şiirde yaşanan, son yıllarda öyküye de sirayet etmiş olan bu ferahlık duygusudur bana kalırsa. Lakin henüz hiçbir şey başarmış değiliz. Keza gelenek her zaman çok güçlüdür ve tam kayboldu dediğiniz anda sizi sarıp ele geçirerek yeniden hüküm sürmeye başlar. Onun hükmünü kabul edecek miyiz, yoksa bu kez henüz başında olduğumuz bu deneyi/araştırmayı sürdürecek miyiz, asıl soru burada sanırım.
Erhan Altan: Avangard ve deneyseli yanyana kullanıyorsun, ayrımlarını nasıl görüyorsun?
Barış Acar: İki cevabı var bu sorunun. İlki, Türkiye’nin durumuna özgü bir cevap. İkincisi genel anlamıyla avangardın ne olduğuyla ilgili.
İlkinden başlayayım. Soruya soruyla cevap vereyim. Türkiye’de deneysel olmayan bir edebî alan var mı? Şunu demek istiyorum: Türkiye’de en gelenekselci iş yapan edebiyat çevresine git, orada yayın yapan, öykü yazan, şiirle uğraşan kişileri bul. Kendilerine deneyci diyeceklerdir. Çünkü bizde deney, yenilik demek gibi bir şey. Herkes deneyci, herkes yeni. Sözün özü deneysellik Türkiye’de klişeye en çok batmış alan. Gerçekten deneyin ne olduğuna gelirsek iş ayyuka çıkıyor. Örneğin, deneysel öykü yazan “yeni kuşak ustalarımız”dan birine soruyorsunuz; yapıtınızı nasıl tanımlıyorsunuz diye. Cevap hazır: Kendi köklerine yabancılaşmamış ama yeni şeyler deneyen… laf uzayıp gidiyor. Ben bundan bir şey anlamıyorum. Yeniyi denemek diye sözünü ettikleri şeyler, bozuk dilbilgisi ya da kötü kurgular için gerekçe oluyor genelde. Mesela bilinç akışını gerçekten deneyen kaç kişi vardır merak ediyorum 50 kuşağı öykücülerinden sonraki süreçte. Orada bile şaibelidir bu durum. Kaldı ki bilinç akışı tekniğinin yüz yıllık geçmişi var. İnsana sorarlar neyi deniyorsun hâlâ diye. Oysa deneysellik öncelikle iyi bir yüzey araştırması, ardından doğru düzgün sorular ve koskoca bir yürek gerektirir. 50 yıl önce denenmiş şeyi yeniden yaparak deneyselci olamazsınız. Beckett’ı, Mrozek’i, Kharms’ı atlayıp ben yeniyi deneye deneye buldum derseniz, adama gülerler en hafifinden. Bu yüzden “deneysel öykü” falan gibi lafları kullanırken çok dikkatliyim.
İkinci olarak da avangard tanımı gereği yaptığım işe daha uygun geliyor bana. Deniyorsam da avangardı deniyorum, bir başka şekilde söyleyecek olursam. Kökeni erken Romantiklere kadar uzanan, sanatın hemen her alanına yayılmış, hatta sanatların dikey ayrımlarını yatayda yara yara ilerleyen bir ruh avangard. Kimilerinin yaptığı gibi bir akım ya da dönem olarak tanımlamıyorum ben onu. Hatta bir yazımda da belirtmiştim; Gombrich’in “Sanat yoktur, yalnızca sanatçılar vardır” lafını işmar ederek, “Sanat yoktur, sadece avangard vardır” demiştim. Avangard sanatsallığın oluş biçimidir. Sonra bu oluşlar tarihsel akıl tarafından rafa dizilir ve sanatlara bölünürler. Ama asıl iş avangardda olup biter bence.
Benim öykümle avagardın bağına gelince. Türsel ayrımları hiç önemsemiyorum ben. 1997–2003 yılları arasında Bir Bilet: Gidiş-Dönüş öykü dergisini çıkartırken yazdığım pek çok öyküde bunun arayışları vardır. Örneğin, 2001’de yayımladığım “İnsan-sız” öyküsü metroda karşılıklı oturan iki gencin düşüncelerinin çarpışıp parçalanması üzerine kuruludur. Öykü ilerledikçe çerçeve içine alınmış karakterlere ait konuşmalar sayfa içinde eğrilip büğrülmeye başlar. Sonunda ise sayfaya dağılıp birbirlerinin içine girerler. O dönem “Metro Öyküleri” adıyla yazdığım bir dizinin parçasıydı bu öykü. Sonradan Pıhtı’ya yalnızca bu öyküyü seçtim. Ya da “Abes” öyküsü. O dönemde popüler olan bir öykücüye Cumhuriyet Kitap ekinde yöneltilmiş birbirinden kötü soruların alt alta dizilmiş halidir. “Kötü bir öykü oldu biliyorum, ama en azından gerçek değil kurmaca.” demiştim altına. Bir başka örnek olarak, 2002 yılında yayımladığım Bedel öyküsü yalnızca Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde karşılaştığım neolitik döneme ait Çatalhöyük’te bulunmuş bir bıçağın görselini içerir. Benim müdahalem sadece buna “Bedel” ismini vermek ve öykünün sonuna da okur için bir not koymak olmuştu: “Al.”
Bu örneklere baktığında avangardın bütün emarelerini okuyabilirsin. Hazır/buluntu nesne kullanımı, estetik yerine yaşamı önerme, dilsel olanı görüntüyle kesme, açık yapıt anlayışıyla öyküyü okura kurdurma, montaj vb. Bazı arkadaşlar yaptığım çalışmaları bildiklerinden bunları sergilesene, bunlar bildiğin çağdaş sanat işi diyorlar. Benim için ise bu ayrım bir şey ifade etmiyor. Avangard her yerde avangarddır. Ama sen çıkıp deneysel dersen de itirazım olmaz; çünkü senin deneyselle neyi kastettiğini bilirim.
Erhan Altan: Uzun yıllar tek başına deneysel öykü yazmış biri olarak, deneysel şiiri, yani akrabalarının varlığını keşfetmen sana güç veya avuntu verdi mi?
Barış Acar: Edebî anlamda son yıllarda hiç olmadığım kadar mutluyum desem abartı olmaz sanırım. Keza 90’ların sonunda ve 2000’lerin başında bu tarz bir öyküyü kurmaya çalışırken geçmişin estetik modernizmden beslenen ilk örnekleri (Leyla Erbilleri, Sevim Burakları, Ferit Edgüleri kastediyorum burada) dışında akraba olabilecek hiç kimseyi bulamamıştım. Hele ki aynı dönemde ürün veren öykücüler arasında. Hemen herkes dramayla klişe arasında bir edebiyatı baştacı etmiş gidiyordu. Süslü cümleler, egzotik hikâyeler kurarak iyi öykücü olacaklarını sanıyorlardı. Oldular da, ama öykücü değil romancı oldu sonradan hepsi. Yani kariyer basamağını sağ salim geçtiler.
Şimdi şiir alanında yapılanları görünce aklım gidiyor. Öykünün yapamadığını yapmışlar; sözü dize getirmeyi başarmışlar. Söz şairleri yönetmiyor, şairler sözle dövüşe dövüşe ondan ok uçları, bıçaklar, mızraklar yapıyorlar. Hepsi de öldürücü aletler oldu ama hayatta kalma metaforu olarak al işte.
Haliyle bu çaba öyküye de sirayet etmiş. Kimi öykücüler de görselliğe yaslanan işler üreterek bu alana dahil olmaya başlamış. Ancak benim gördüğüm kadarıyla görsel olanı biraz yanlış kavrama durumu da var. Metnin içine görsel bir şey koyarak ya da harflerden merdiven yaparak bu disiplinaşırı oluş ya da avangard öz yakalanmaz. Elbette bu iyi kullanıldığında hedefe ulaşabilir. Ancak asıl sorun dilin iktidarını kıracak ve derdi en doğru şekilde anlatacak yapıyı bulmakta. Edebiyatın sözel olduğu aşamaları daha iyi etüt etmekle, müziğin, resmin, sinemanın sınırlarını daha iyi çözümlemekle, kısacası sanat tarihiyle ciddi anlamda hesaplaşarak bunu ancak başarabileceğimizi düşünüyorum.
Son sözüm “avuntu” vurgun üzerine olsun. Edebiyatın insana avuntu verdiği nerede görülmüş? Olsa olsa biz edebiyat tarihinin birer avuntusu olabiliriz, o da azıcık şansımız varsa.
Söyleşi ilk olarak Ücra şiir dergisinin Ocak-Şubat 2014 tarihli 55. sayısında yayımlanmıştır.