10.Eylül.15 Perşembe

Bu aralar film izliyorum çokça. 2005 Danimarka yapımı Adem’in Elmaları birkaç arkadaşımın muhakkak izle dedikleri bir filmdi. Gerçekten güzelmiş. Kuzey’in farklı bir kafası var. Hüzünleri de mizahları da epey farklı.

Şartlı tahliye olmuş Nazi bir herif (Adem), kamu hizmeti vermesi için İvan adlı tuhaf pederin kilisesine gönderilir. Orada bir adet eski tenisçi, kleptoman ve obur bir adamla petrol için topraklarına el koyan şirketin benzin istasyonlarını soyarak intikam alan bir Arap abimiz de vardır. Sonrasında alkolik ve babasız bir çocuk doğurmak üzere olan bir ablamız da ekibe katılır. Pederimiz İvan, doğduğu anda annesini kaybetmiştir, babasınca cinsel istismara maruz bırakılmıştır, oğlu engellidir, karısı intihar etmiştir vesaire ve fakat gerçekleri bizim böylece gördüğümüz gibi görmez. Tanrının yanında olduğunu, şeytanın onu sınamaya çalıştığını düşünür. Bu kadarıyla bile, Tom Robbins romanlarının karnavalımsı havasını aldınız değil mi? Buna bazı göndermeleri, inanç meselesini ve dostluğu da ekleyin… Neo-Eyüp gibi ortalarda dolaşan İvan, bakalım, onu sınayanın şeytan değil de tanrı olduğu düşüncesine katlanıp bu sınamadan “altın gibi” çıkabilecek midir? İnce ve hüzünlü bir mizah eşlik edecek size film boyunca…

(Spoiler vermeden film anlatmak ne kadar zormuş!)

14.Eylül.15 Pazarertesi 

Bazı şarkıları hemen severiz, üst üste bin kere dinler sonra da sıkılır, bir daha dinlemez oluruz. Bazı şarkıları da yavaş yavaş severiz, dinledikçe. Onları daha uzun ve daha sık dinleriz aslında, yavaş yavaş, uzun uzun, arada sırada hatırlayıp dönerek.

Edebiyattaki klasiklerle (ya da yeni tabirle long-seller’larla) best-seller’lar gibi düşünebiliriz bu iki grup şarkıyı.

d31b7-72b25284432529

Leyla ile Mecnun, herhalde, Türk televizyonlarının görüp görebileceği en iyi işlerden biriydi. Dizinin Mecnun’u Ali Atay’ın yönetmenliğini yaptığı ve Ertan Saban’la birlikte senaryosunu yazdığı Limonata da iyi bir iş. Güzel bir yol ve gardaşlıkfilmi. Ertan Saban (Sakip) ve Serkan Keskin (Selim) iyi oynamışlar. Yan rollerdeki Luran Ahmeti (Fuat Aco) ve Funda Eryiğit (Nihal) de kısacık rollerinde oldukça iyiler. Ciguli de cabası. (Bu arada emin değilim ama iki kardeşin İstanbul-Makedonya yollarında beraber kahır çektikleri otomobil de Ciguli’ye ismini veren otomobil olmalı.)

Özellikle Balkan göçmeni bir aileden geliyorsanız, daha da tatlı bir hale geliyor film. Sakip’in ve Bitola (Manastır) tayfasının konuşmaları çok tanıdık ve sahici.

Blood is not Lemonade filmin Bitola’daki sahnelerinin birinde bir an görünüp kaybolan bir graffiti. Filmin ismi buradan geliyor olmalı. Ve Sakip’in gardaşı Selim’le girdiği AK-47 (Kalaşnikof) tartışması; Alman malı mıdır Rus malı mı? Sakip, Saraybosna’dan bilir AK-47’yi; Rustur gardaş, iyi bilirim ben der. Kan limonata değildir; bu yüzden özellikle meyhanedeki o sahneyi iyi izlemeli. Çünkü: Kan limonata değildir. Kan limonata değildir.

16.Eylül.15 Çarşamba

Himes’in memleketinde kitaplarını yayımlatamayanların sayısı pek kabarıktır. Dünyanın her yerinde de böyledir bu. Yayıncılar genç yazarlara, tiritleri çıkmadan, pek el uzatmak istemezler.

Bir İlkelin Sonu’nda genç bir yazar olan Jesse Robinson şöyle diyecektir:

– Hazreti İsa, bugünkü günde İncil’i yayınlatmak isteseydi yayıncı bulamazdı.

(Salâh Birsel, Yapıştırma Bıyık kitabındaki Sahte Papaz adlı denemesinden, sayfa 20-21)

Müsaadenizle ben bir ekleme yapayım; Chester Himes’in bunu karakterine hangi bağlamda söylettiğini bilmiyorum ve fakat İsa’nın bizzat yaşarken de İncil’i yazma ya da yayımlatma ya da dağıtma gibi bir derdi yoktu. Kitapsız bir peygamberdir İsa. İlhan Berk’in demesine göre de gömlekleri dikişsizdir.

* * *

Yazar Okur: Yazdıkça, başka insanların yazdıklarını beğenmemeye başladı. İlk kitabı çıktığında okumaktan zevk aldığı, beğendiği yazarlar vardı hala. İkinci kitabında biraz azaldılar. Dördüncü kitabını çıkardığında daha da azaldılar. Gitgide okumamaya başladı. Çünkü okuduğu hiçbir metni sevmiyor, bu da hem vakit hem para kaybı oluyordu onun için.

Sonunda, sadece kendi yazdıklarını okuyan bir yazar oldu. Ve fakat, kimse de onun yazdıklarını beğenmediği için nerdeyse tek okuru kendisi olmuştu. Kitaplarını basacak yayınevi bulamadı sonraları. Şimdi evinde oturmuş, huzur ve mutluluk içinde kendi yazdıklarını okuyarak yaşıyor.

17.Eylül.15 Perşembe 

Ayrıntı Yayınları şiir basmaya başladı. Dizinin ilk iki kitabını hemen edindim; Orhan Kahyaoğlu’nun hazırladığı, epey kapsamlı bir çalışma olan Modern Türkçe Şiir Antolojisi’ni ve Bülent Kale’nin çevirdiği Mario Benedetti’nin Aşk Kadınlar ve Hayat’ını.

Bülent Kale’yi, hiçbir yerden olmasa, newalaqasaba adlı blogundaki güzel işlerinden tanırsınız. Çok da güzel bir sunuş yazısı yazmış. Şiire, şiir çevirisine, Mario Benedetti’ye dair… Buradan okuyabilirsiniz.

Sunuş’u okuyanlara devamla: Size de oluyordur. Bazen açık büfe görmüş arsız yerli turist gibi saldırırım kitaplara. Yatakta yanlanmış yeni kitaplarıma ısırıklar atıyordum. Bülent Kale’nin sunuş yazısını okuyup kapattım ve antolojiyi aldım elime. 2 ciltten mürekkep yaklaşık 1.400 (yazıyla bin dört yüz) sayfalık antolojiyi rastgele açtım, karşıma çıkan şair Emirhan Oğuz oldu. Tanrılarla aram yoktur ama galiba benim de bir tanrım oldu: Şiir Tanrısı.

Şiir tanrısına sığınıp Aşk Kadınlar ve Hayat’tan şiir falı baktım kendime:

Artık yeni güne yüzümü senin
bakışına dönerek başlıyorum
sen beni iyi buluyorsun
ben seni daha güzel buluyorum
şimdi artık nihayet
gayet açık senin
nerede olduğun ve
                            benim nerede

* * *

Yarın Ankara’dan ayrılıyorum, bayram tatili için zeytin ve incir ağaçlarının ülkesine gidiyorum. Bu meret Ankara’dan ayrılacağımın her seferinde (güzel bir şey/yer için ayrılıyor olduğumda bile) bir hüzün basıyor ki, o kadar olur!

Belki bundan hatırladım bu dünlüğün şarkısını. Gürol Ağırbaş’ın Köprüler 3–Beyaz Perde albümünden: Sonsuzluk ve Bir Gün

Hem Angelopoulos’a hem de Ege’ye selam çakmış olalım böylece.

Kazasız belasız ve ölümsüz bir bayram geçirmek dileğiyle.

Onur Çalı