0000000602432-1 

03.Ekim.15 Cumaertesi 

Kısa öykü riskli iş. Zor iş. Necati Tosuner’in tanımını tek geçerim ben: “Çok kısa öykü, öyle olması gerektiği için çok kısa olan öyküdür.”

Öyle olması gerekmediği halde kısaltmaya çalışırsanız pot yapmış ceket gibi sırıtıverir, paçası kısa pantolon gibi sevimsizleşir. Monterroso’nun dediği gibi, bir anektod haline gelir ki bu hiç iyi olmaz. Tabi bir de şu var; bir metne öykü diye bakmamız için gereken bazı şeyler var. Bunlar yoksa, o metin (kısa ya da uzun olması fark etmez) öykü olmuyor; öykümsü oluyor, anektod oluyor, facebook’ta çok daha iyilerini bulabileceğimiz zeka gösterisi metinlerine dönüşüyor.

Bu bağlamda, son dönemde okuduğum öykü kitaplarından Eduardo Berti’nin İmkansız Hayat’ını başarısız buldum. Birkaçı dışında öykü olamamış, kısa olsun diye zorlandığı her halinden belli olan metinler olarak göründü bana.

Bazı kitapları bekletir bekletir, sonra okursunuz ya. Zamanı gelmiştir demek ki. Gül Ersoy’un Sahilden Bostancı’sını da böyle, kitabı edindikten epey sonra okuyabildim. Kitaptaki öykülerin ekseriyetini beğendim. Kısa öykünün başarılı örnekleri vardı kitapta. Ayrıca, öyküleri okurken epey farklı mekanlara uğranıyor, seyahat yapmış gibi oluyorsunuz, benden söylemesi.

04.Ekim.15 Pazar 

Yazmak için gerekenler: Eser miktarda CÜRET (bu kadar iyi ve güzel kitaplar varken ben de bunu yazdım diyerek ortaya çıkma cesareti), mebzul miktarda HEVES ve HEYECAN (yazmaktan, yazıyor olmaktan duyulan heyecan, yazma hevesi; yazar olma hevesi değil) ve sınırsız miktarda ARZU (yazmayı gerçekten istemek, yazar olmak şık/havalı olacağı için değil, yazmanın kendisini sevmek ve istemek).

Bu aralar, bu dördünü de kaybettim sanırım. Hükümsüzdür.

05.Ekim.15 Pazarertesi

Roman: Anneniz izlerken gözünüzün kaydığı, biraz izledikten sonra gelecek sahnelerde ve bölümlerde neler olacağını adınız gibi tahmin ettiğiniz halde izlemeyi bırakamadığınız, senaryosu klişelerle dolu, oyunculukları kötü ve fazla teatral, yersiz uzunluktaki yerli dizi.

Öykü: Ancak alternatif film festivalleri ya da küçük salonlu sinemalarda izleyebileceğiniz, anlamak/zevk almak için belirli bir kültürel altyapınız olmasını gerektiren, izledikten sonra da üzerinde düşünüp durduğunuz (ve hatta bazı anlamadığınız şeyleri araştırdığınız) düşük bütçeli ve bağımsız film.

Şiir: Bir zamanlar çok güzel örneklerini izlediğiniz için her seferinde şans verdiğiniz ve fakat genelde izlerken hiçbir şey anlamayıp zevk almadığınız ve izledikten sonra da kendi kendinize “Ee, ne şimdi bu?” diye sorduğunuz, ancak ve ancak alternatif film festivallerinin hafta içi programlarında, mesai saatlerindeki seanslarda gösterilen kısa film.

Bu aralar piyasanın yeni gözdesi olduğu için Peki ya novella? diye soranlar olabilir…

Novella: Bir zamanlar iyi örneklerini gördüğünüz, televizyon dizisinden hallice (ama sinema filminden halsizce) olan, artık bir nostalji unsuru haline gelmiş bulunan televizyon filmi.

06.Ekim.15 Salı

Post-Öykü sürekli takip ettiğim bir dergi değil. Zaten ilkgençliğimde binbir emek ve zahmetle edindiğim zamanki gibi hevesle çıkmasını bekleyip yutar gibi okuduğum dergi sayısı bir elin parmaklarını katiyen geçmiyor uzun süredir. Fuat Sevimay’ın öyküsünü görünce dergide, aldım (sıkı öykü). İyi ki de almışım. Bir süredir kafamı kurcalayan, beni rahatsız ve huzursuz eden sorunların bazılarını Aykut Ertuğrul’un “Öykü Gerçekten Yükseliyor mu?” yazısında (Post Öykü, sayı 6) buldum. Bence öyküye bulaşmış herkes okumalı bu yazıyı.

Kötü kitap eki yazıcıları gibi yazıyı özetleyecek değilim. Bir kısmı yazıda da geçen, kendimce problem olarak gördüğüm bazı şeyleri yazacağım için yukarıdaki girişi yaptım. Hem de öykü ve yazı gözden kaçmasın istedim.

Çok fazla öykü kitabı, seçki öykü kitapları, öykü dergileri (ya da öykü ağırlıklı edebiyat dergileri) yayımlanıyor. Birkaç senedir de bu durum sevinçle karşılanıp “Öykü yükselişte!” türünden nidalara boğuluyoruz. Bunları bir kenarda bırakalım. Devam edelim. Birçok öykü kitabının ve seçki öykü kitaplarının yayımlandığı malumunuz zaten. Bunların iyisi kalır kötüsü de elenir gider. Olan kağıtlara ve ağaçlara olur en fazla. (Ki bu da az şey değil ya, neyse!)

Ancak mesele bu kadar basit değil, bu kadarla kalmıyor elbette. Aykut Ertuğrul’un da yazısında bahsettiği gibi, bu öykü enflasyonu (hadi verimi diyelim) beraberinde bir öykü eleştirisi getirmiyor. Zaten çorak olan eleştiri alanında sınanmamış oluyor bu yükselen türün yeni neferleri. Böylece hangi kitap, hangi öyküler gerçekten iyi, hangileri Türkçe öyküye zenginlik katıp öykü dilini ve birikimini genişletiyor? Bunları hiç bilemiyoruz. Hangileri suni bir reklam ve PR pompasıyla ortaya çıkıyor, nasıl bezdirici tekrarlardan ve klişelerden oluşuyor, nasıl yıllardır tekrarlanan aynı biçimler ve benzer duyarlıklar etrafında gezinip duruyor? Bunları hele, hiç bilemiyoruz. Bu kadar öykü kitabı enflasyonun (2014 yılında 326 adet) yarattığı karmaşa içerisinde şanslı olanlar, Birbirlerini Okuyan Öykücüler Cemiyetinin (BOÖC) bazı üyelerince yazılmış birkaç güzelleme yazısına mazhar olabiliyorlar ancak. Ancak bu kadar. Ha, bu arada, zaten biliyorsunuz da, BOÖC’den başka kitaplar hakkında yazılar yazanların kitapları hakkında, daha sonra, hakkında yazı yazdıkları kitapların müellifleri yazı yazıyorlar. Ya da zaten biraz evvel yazmış oluyorlar. Al gülüm ver gülüm ya da Yersen ve Dadaşlar.

E ahval ve şerait böyle iken, öykünün yükseldiği filan da yok elbette. Yığılıyor. Genişlemeden, yeni anlatım olanaklarına, yeni konulara, yeni bir dile doğru genişlemeden, dar bir alanda sıkışıp kaldığı ve yığıldığı için de çöküyor, abilerim ablalarım!

Biraz da edebiyat ortamı ya da piyasası denilen şeye, ucundan da olsa, bakalım:

Teliflerin doğru düzgün ödenmediği; bırakın telif ödemeyi, telif ücretinizi Gezi Direnişi’nde yaşamlarını yitirenler ve yaralananlar adına dikecekleri bir anı fidanlığı için kullanacaklarını söyleyip ne fidanlık ve insanlık bilen yayınevlerinin revaçta olduğu; bu fidanlıkla ilgili efendice soru sorduğunuz için bu aynı yayınevinin aklınca size “ceza kesmeye” kalktığı; sizinle yapılmış bir röportajı bir kitap içerisinde –size kesinlikle sormadan ya da haber vermeden– kullanan ya da öykünüzü bir seçkide kullandıktan sonra (elbette telif vermeden, çünkü malum piyasa koşulları, küçük yayıneviyiz falan ilan) o seçki kitabı size ödemeli olarak gönderen nezaketsiz yayınevlerinin cirit attığı bir ortamdayız.

Üstelik, yukarıda birazını saydığım rezilliklere kimsenin, hadi biz tıfıl ve genç yazarları geçelim bir kalemde, usta denilenlerin (kahir ekseriyetinin) bile gık demediği/belki de bir nedenle diyemediği bir ortamdayız. Yukarıdaki köy kurnazı ahlaksızların ve nezaketsizlerin isimlerini vermeme gerek yok herhalde. Ama doğru davrananların isimlerini de –aksine– vermem gerek. Ben son zamanlarda pıtrak gibi çoğalan bu seçki kitapların birkaçında yer aldım ve doğru (ve olması gereken gibi) davranan tek yayınevi oldu: Notos.

Hanımefeler beyefeler! Daha çok söylenecek şey olduğu halde bu kadarıyla yetinmek istiyorum. Çünkü bu bazı örneklerini yukarıda –isim vermeden– saydığım yayınevleri kimlere benzer biliyor musunuz? Ailenizde, iş yerinizde, yani konuşmaya görüşmeye mecbur olduğunuz kişilerden oluşan ortamlarda tartışmamak için kaçak dövüştüğünüz, mümkün olduğunca az muhatap olmaya çalıştığınız ve halk arasında en kibar tabiriyle çamur olarak adlandırılan kimselere benzerler. Çünkü, bilirsiniz, tartışmaya kalksanız işi mecrasından çıkarıp çok rezil bir hale getireceklerdir.

Bu arada, dikkat ettiyseniz, daha ödül rezilliklerine, kendi kendilerine ödül verip duran cemaatlere hiç değinmedim. Ölü sevici dergilere, amatör bir ruhla ve iyi niyetle ortaya çıkan niteliksiz dergilere (yeni bir dergisin, niye yıllar önce yayımlanmış, kitaplarda yer almış metinleri tekrar yayımlarsın?) de değinmedim. Popüler internet diliyle yazılmış hikayeleri öykü kitabı diye basıp gözümüze sokan bösböyük yayınevlerine hele, hiç değinmedim. Seri atölye üretimi yazarlara, atölyelerden ve milletin kitabını parayla basmaktan semiren sözde yayıncılara, sosyal medyada birbirlerini güzelleyip duran yazıcılara (cnmın kitabı çıktı, çok güzel kalp çiçek hayır cnm senin kitabın daha güzel kalp çiçek böcek), oturup iki satır eleştiri yazmayı beceremediklerinden sahte isimlerle onun bunun kitabına bok atan sosyal medya çetelerine, yazardan çok anadolu turnesine çıkmış şarkıcıya benzeyenlere, birbirinin yüzüne gülüp arkasından sallayan yazarcık sürüsüne hele, aman aman… Ama bu kadarı zaten yeterli.

Ben, şahsen, böyle bir ortamda öykünün çöküşüne ne yazar ne de okur olarak ortak olmamayı tercih edeceğim. Hepimize sıhhatler olsun!

* * *

Bu dünlüğün müziği, bu kadar tatavadan sonra dinlendirsin bizi. Size koskocaman, pamuk gibi bir albüm: Anouar Brahem – Le Pas Du Chat Noir

Onur Çalı