17.Kasım.15 Salı

Köpekler tercüman olmasın. Ne çileli bir iş olduğunu anlatmaya çalışsanız, abartıyor derler. Çalışmak için asgari şartları talep etseniz, o zaman da işi yokuşa sürüyor derler. Yav bu devirde herkes İngilizce biliyor zaten, derler. İki sayfacık bi’şey çeviriver hemen n’olcak yeaa, derler. Deerler derler. Merhaba ben Derleroğlu Derler.

Bir toplantıda, yazar ve çevirmen bir abi, yazılı ve sözlü çeviriyi kıyaslamak için, mealen, “İkisi de boya kullanılarak yapılıyor diye ev boyamakla resim yapmayı bir tutamazsınız.” demişti. Bilemedim.

Nihayetinde: Alavera dalavera Kürt Onur ev boyamaya!

0db0d-fft16_mf6042250

18.Kasım.15 Çarşamba 

Türk sinemasının özellikle son dönemdeki genç yönetmenlerini iyi takip ettiğim söylenebilir. Emin Alper de bu kuşağın başarılı yönetmenlerinden. Ters kronolojiyle izledim işlerini; önce Abluka, sonra Tepenin Ardı. İkisi de, ama sanki Abluka daha da belirgin şekilde, politik psikolojik gerilim olarak tanımlanabilecek iyi filmler. Abluka’nın Venedik’te aldığı ödül de cabası.

Diğer sanat dallarıyla kıyaslandığında sinemanın uluslararası arenada var olabilme şansı daha yüksek. Çünkü çeviriye muhtaç olmayan evrensel bir sinema dili oluşturabilmek daha mümkün; daha doğrusu, yazınsal sanatlara kıyasla daha olası. Ve son dönemde Türk sineması giderek daha fazla boy gösteriyor uluslararası arenada, daha fazla yabancı seyirciye ulaşılıyor. İçerde ise sanat filmi düşmanlığı denebilecek garip bir akım hala etkili genel izleyici üzerinde.

Evrensel bir dil oluşturmak bir yana, tüm sanat dallarındaki yaratıcılardan beklenen “kendi dilini oluşturma” mevzuu var. Demir leblebi. Emin Alper bunu başarmış bana kalırsa. Teknik anlamda söz söylemem abes olur ama filmlerinin hikayeleri, hikayelerin izleyiciye boşluk/alan bırakan yapıları, çağrışım ve dolaylı anlatımları dikkat çekici. Yani anlattığı şey kadar, belki ondan çok, anlatışı/anlatma üslubu dikkate değer. Bir söyleşisinden edebiyatla ilişkisinin çok sağlam olduğunu öğrendim Emin Alper’in; hatta bir de kitap tavsiyesi aldım: Don Isidro Parodi’ye Altı Bilmece. (Baskısı yok, iyi mi!)

(Filmde bir tanıdığı, Ahmet Melih Yılmaz’ı da görmek ayrıca güzeldi.)

* * *

Bir gün yüzlerini göstermek lütfunda bulunurlarsa, uzaylılara anlatacağımdır:

Ülkemizde ve dünyamızda çok tuhaf şeyler olur. Yaşarken hiçbir biçimde eşitlik olmadığı gibi ölen insanlar da –ölüm en büyük eşitleyici olmasına rağmen– eşit muamele görmezler. Başörtülü hanımlara, zanlı oldukları şüphesiyle -elbette başka bir şeyi kastetmiyorum- kelepçe takılması çok ayıp ve suç iken başı açık kadın mı kız mı belli olmayanlara her türlü eza ve cefa mübahtır. Bu eza ve cefa; söz konusu kadının Kürt/Arap/Afrikalı olmasıyla, ateist olmasıyla, muhalif? olmasıyla doğru orantılı olarak artar.

Ölen insanlar dedik. Eğer işin içinde frankofonluk varsa her şey daha bi güzel daha bi kabul edilebilir hale gelir. Kanlı bayraklar bile. (Hatırlayınız bir Kürt şairin dediğini: Bayrakları bayrak yapan: Bayrak İmalatçılarıdır/Toprak, eğer uğrunda ölen varsa: Utanmalıdır. Benden EK: Hele ki uğrunda öldürenler varsa, yerin dibine girmelidir.) Ama söz konusu Beyrut ise, sanki Ey şehir sen yoksun! diyen şarkıyı düstur edinmiştir insanoğulları ve kızları, esamileri okunmaz öldürülenlerin. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ha, unutuyordum, ölü bedenler de çok farklı muameleye tabi tutulurlar. Çok görkemli törenlerle, protokolle ve huşu içinde verilebilirler toprağa. Ya da araç arkalarında sürüklenebilirler. Ya da ailesine teslim edilmeyebilir ölü genç insanların ölü bedenleri. Nerede Antigone? (Bu uzaylılara değil, size: Nerede okuduğumu unuttum; Antik Yunan’da sefere çıkmış komutanlar başarılı olmuşlar, savaşı kazanmışlar ama ölülerini gömmedikleri için Atina’ya döndüklerinde yargılanıp idam edilmişler.)

Sonra devam edeceğim. Bakın uzaylı kardeşlerim, diyeceğim:

Ülkemizde ve dahi dünyamızda insanlar eşit muameleye tabi tutulmadıkları gibi, insanların yönelimleri, tercihleri, siyasi tavırları da aynı ve eşit muamele görmezler. Söz gelimi, ezilen ulusa mensup bir kişinin “bayrak, şehit, ulu önder” gibi ifadeleri kullanmasında, bazı renklere hayran olup bazı kişi ve şeyleri fetiş durumuna getirmesinde hiçbir sakınca görülmez ve bu tavrı solculuğuna/devrimciliğine zinhar halel getirmez iken, aynı ifadeleri hakim ulusa mensup bir kişinin söylemesi, en hafifiyle, o kişinin ulusalcı ya da faşist olarak damgalanmasına neden olacaktır.

Anlamanızı elbette beklemiyorum uzaylı kardeşlerim, diyeceğim onlara. Ve fakat belki biraz daha devam edeceğim:

Ülkemizde futbol denilen ve ayakla oynanan ve aslında hem icrası hem seyri pek keyifli olan bir oyunu izlemek üzere bir araya gelmiş bazı tuhaf insanlar hiçbir şeye saygı duymazlar. Başka uluslardan ölen insanlar için bir saniye olsun o lanet olası ağızlarını kapamadıkları, ıslık çalıp yuhaladıkları yetmezmiş gibi kendi uluslarından ölenlere karşı da saygı duymazlar. Yuhalarlar, yerli yersiz sloganlar atarlar.

Bizim ülkemizde hiçbir şey ama hiçbir şey sükunetle ele alınmaz, hep yanlış anlaşılır; ya taraf olunur ya da karşısında olunur. (Bkz: Laiklik, din algısı, din ve vicdan özgürlüğü, vs.) Din, her medeni, aklı başında insanın alakasız olması gereken bir afyon gibi görülür. Ya da yine tarih-bağlamsız tuhaf eleştirileryapılarak ya da iftiralar yoluyla ve rövanşist bir hınçla, (inanan-inanmayan, farklı bir dine mensup olan) herkesin hayatına İslam tipi faşizan baskılar uygulanır. Bu ikisinin arasında bir tutuma pek ender rastlanır. Ama siz bunu nerden anlayacaksınız ah canım uzaylı kardeşlerim benim?

Uzaylı kardeşlerim, diyeceğimdir en son: Bir de tüm bunların dışında kalan, doğru söylediği için dokuz köyden kovulan, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen tipler vardır. Bunlar ellerinden geldiğince herkesin inancına, görüşüne saygı duymaya çalışırlar. İnançsız olmalarına rağmen insanların rahatça dinlerinin gereklerini yerine getirmesini savunan böyle garip gureba tiplerdir. Bayrak, şehit, önder gibi lafları çok ihtiyatlı kullanırlar, eğer illa kullanacaklarsa. Halklar birbirini kesip doğrarken salakça bir umutla halkların kardeşliğine inanırlar. Falan filan. Hah, bildiniz değil mi bu tipleri? İşte bu tipler bu dünyada çok yalnız be uzaylı biladerim. Neyse, bi götlük yer yok mu la sizin arabada, hı?

19.Kasım.15 Perşembe 

Rüya Odası 

BEN: Bir çığlık bekliyordum o sıralarda, biliyorsun, uçurumun eşiğindeydim.

O (Bir kadın, yüzü yok): Evet, hatırlıyorum. Ve duydun da o çığlığı. Ama gerçekten duydun mu yoksa duymak istediğin için uydurdun mu?

BEN: Bilmem. Belki de çığlık kendini uydurmuştur. Benim için. Olamaz mı?

3042e-bebe

Bazı hikâyeler, maalesef, tekrarlanıp duruyor: “Satılık: Bebek Patikleri. Hiç giyilmedi.”

Bu sefer İzmir’de.

* * *

Ve yıl biterken (daha bir buçuk ay var) “2015’in En İyi Romanları/Kitapları” listeleri ortalığa saçılmaya başladı. Savulun, aman diyeyim, oyuna gelmeyin! 

20.Kasım.15 Cuma 

Edebiyatistan’daki aymazlık virüsü kitap reklamlarına da bulaştı. İkinci paragrafında bıraktığım genç yazarlar, “usta”; ikinci sayfasına ulaşmadıklarım, “çağdaş edebiyatımızda önemli yer edinen” diye sunuluyor. Bu cüretkârlığın sonunda satışlar artmadığı gibi genç yazarları belki de boş yere havaya sokuyorlar. Özellikle de, edebiyatın gerçek ustalarına ve gerçekten önemli yerlere ulaşmış yazarlarına a-y-ı-p oluyor. (Kitap İçin 2, Madde 1736)

Selçuk Altun’a katılmamak elde mi! Ama bir yerde yanılıyor bence; satışlar artıyor efendim.

Aynı zamanlarda öyküye başladığımız bazı arkadaşların –her nasıl oluyorsa– usta mertebesine eriştiklerini hayretle görüyorum. Tüm zanaatlarda böyledir; usta olmak için çok emek, çok zaman gerekir. Yazarlık da, kanımca, bir zanaattır. Hem bu acele niye a dostlar? Nereye yetişeceksiniz? Haber verin, biz de geride kalmayalım :=) (Oxford Sözlüğü bile yılın sözcüğü olarak bir emoji seçtiyse, biz de artık gönül rahatlığıyla kullanabiliriz. Bir soru: Acı acı ve hafif alayla gülmenin emojisi var mı hocam?)

* * *

ben gecülerin rıdvan,
misafirlikten döndükten sonra
evde dayak yiyen çocuklardan. yaramaz
güzel vakit geçirmenin
her daim cezası var,
çok güldük başımıza bir şey gelecek
annemle literatüre geçmiştir. 

Gecülerin Rıdvan’ın ikinci şiir kitabı Orkestra’dan yukarıdaki satırlar. Rıdvan Gecü, ilk kitabı Kırmızı Perfect’ten sonra merakla izlediğim bir şair. Bu kitabında, şeflik yaparak insanları birer enstrüman gibi konuşturan bir yapı kurmuş; yaylılar, vurmalılar ve üflemeliler olarak üç grupta toplamış karakterlerini. Orkestra için “hikayeli şiirler toplamı” desek tam karşılar mı bilmiyorum ama yalan olmayacağı muhakkak. Okunmalı bence.

* * *

Çok sevdiğim bir kardeşimin de içinde olduğu bir grup genç insan yeni bir dergiye kalkıştılar: Moral O. Ben de iki kısa öykü çevirimle katkıda bulundum. Meselesi/derdi/yayın politikası olan bir işle karşılaşacağıma dair kuvvetli bir umut ve heyecanla bekliyorum. Dergi çıktı çıkacak. İlginize, bilginize, sevginize…

Onur Çalı