d6614-d25c325bczinsanrenkli

Garson çaylarımızı getirip masaya bıraktığında ben onun yün kazağının kollarının ucundan ancak yarısı görünen beyaz ellerine bakıyordum ve konuşacak bir şeyler arıyordum. Şehrin bundan önceki küçük, eskimiş terminalindeydik. Oturduğumuz yemek alanının masaları metalden, zemini soğuk taş, bir zamanlar mat bir bordo renkte olan perdeleri kadifedendi. Bu anlamda belki içerisi dışarıdan da soğuktu. Burada servis iyiymiş kötüymüş pek kimsenin umurunda değildi. Terminalin taşınacağını, yakında buranın yıkılacağını kimse söylemese bile, siz anlardınız. Hayatta adama feleğini şaşırtan böyle kesişmeler, bir yolculuğun sonunda yaşanan bunun gibi gizemli tesadüfler olmasa burada beş dakika bile oturmak istemezdiniz.

Nişanlısından yeni ayrılmıştı. Ne söyleyeceğim, ne söyleyeceğim diye düşünürken, okul zamanı bana resimlerini gösterdiği geldi aklıma. Hepsi ayrı güzel olurdu çizdiklerinin ve ben tekrara düşmemek için hepsine farklı bir şey söylemek zorunda hissederdim kendimi. Hangi övgü sözcüklerini ne kadar –yaptığı resimlere duyduğum hayranlığı ifade edecek ama kendisine beslediğim sevgiyi belli etmeyecek kadar yani– kullanmam gerektiğini düşünüp tartarken kıvranırdım. Bu çaresiz halim onun hoşuna gider, yanımda için için gülerdi. “Beni mutlu ediyorsun demişti,” bir keresinde. Bu, bana şimdiye kadar söylediği en güzel cümledir.

“Resim yapıyor musun hala?” diye sordum, biraz da aramızdaki sessizliğin onu sıkmasından korkarak.

“Yok, çoktandır yapmıyorum.”

“Neden?”

“Bilmiyorum ki.” Uzun zamandır üstünde düşünmediği bir meseleye değmiştik sanki. Kafası karışmış gibiydi. “Aslında istiyorum” dedi. “Belki başlarım yine.”

“Başla bence. Yetenekliydin yani.”

“Belki” dedi. Sonra dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi. “Aslına bakarsan, artık düz bir insan olmaya karar verdim ben.”

Bir anlık şaşkınlıktan sonra “O nasıl oluyor?” diye sordum. “Düz insan, yani?”

“Yani, bilmem ki” dedi. “Çok düşünmüyorsun. Öyle yaşıyorsun işte. Kafana göre. Günü yaşamak gibi.”

“Resme, bir şeye engel mi bu?”

“Değil belki. Nasıl desem? Ama çok takıyordum her şeyi eskiden.” Elini masanın üstünde paralel, fakat masaya dokunmadan, yavaşça gezdirdi. “Böyle daha iyi” dedi.

“Hadi bakalım” dedim. Bu tip şeyler insanın ne kadar elindeydi, bunu düşündüm.

Çayından henüz içmemişti. Benimle konuşuyor ama yüzüme de pek bakmıyordu. Yün kazağın uzun kollarının içinden görünen küçük elleriyle çay fincanını kavramıştı.

“Çaydan vazgeçmemişsin” dedi bana.

“Geçemem” dedim. “Başka bir şey içemiyorum.”

“Söylemesi bile güzel,” dedi. Sonra sesini azıcık yükselterek “Çay! Böyle, çınlıyor yani. Davet gibi aynı.”

“Haklısın,” dedim. Sonra, o an nereden aklıma geldiyse ona şu anıyı anlattım:

“Kurstayken yaşlı bir rehber vardı. Böyle turistlerle beraber bizi de dolaştırıyorlar, hani bölgeyi öğrenelim falan. Rehberimiz her şeyi, her yeri İngilizce anlatıyor, anlatıyor ama nedense çay kelimesini hep Türkçe söylüyordu. ‘Now, it’s time for a cup of çay’ gibi. Turistler alışmış buna, gülüp duruyorlardı.”

“Ne güzelmiş” dedi. Camdan dışarı, bavullarını çekiştirerek giden insanlara, yolun karşısında bekleşen taksilere baktı. Ben de onun gözlerine baktım. Kalın siyah kaşlarına. Bu yüzü hiç unutmamıştım. Onun sahip olduğu, farklı türden bir güzellikti, hissediyordum. Okuldayken daha çok erkeklerle vakit geçirirdi. Sanki onlarla daha çok gülerdi. Şimdi de, nişanlısından ayrılmıştı ayrılmasına ama eminim etrafında ona aşık olan olmayan pek çok erkek vardı.

“Demek o rehber de bir melodi buluyormuş çay’da” dedi.

“Belki de” dedim. “Zaten biraz çatlaktı kendisi.”

“Bak şimdi!”

Biraz güldük, sonra sustuk.

Dışarıda, az ötemizde kısa boylu, yaşlı bir kadın uzun siyah paltosunun içinde kaybolmuş, kendisini karşılamaya gelecek birisini bekliyordu. Bir delikanlı kucağında kolilerle geldi, penceremizin önünde durdu. Sonra elindekileri yere bıraktı, çıkardı bir sigara yaktı.

“Bir terminal ki içinde bir ATM bile olmasın!” dedim. Biraz bir şeylerden şikâyet edesim vardı.

“Evet,” dedi. “Ama son günleri işte buranın da. Yenisine kim bilir kaç tane koyarlar.”

“Koyarlar,” dedim. “Şehir büyüyor.”

“Büyüyor,” diye tekrar etti. “Ve her şey değişiyor.”

“Aslında büyüse de büyümese de bizim için fark eden bir şey yok. Burada değiliz artık sonuçta,” dedim.

Bir şey söylemedi. Konuyu uzatmak istemedi bence. Biraz sonra:

“Ya, işte böyle,” dedi. Geriye yaslanıp kollarını ileri uzattı, oturduğumuzdan beri tamamını ilk kez gördüğüm ellerini bir şeye direnir gibi dimdik yukarda tuttu ve parmaklarını iyice açtı. Gülerek, “Düz insan olacağım artık ben bundan böyle” dedi.

Ben gülmedim. “Bu kadar güzelken bana pek mümkün görünmüyor bu” dedim.

Anında masaya döndü. Kollarını kavuşturdu. Gözlerini yine kaçırdı benden. Yanaklarında, elmacık kemiklerinde hafif bir kırmızı görüyordum.

Buraya kadardı. Sanırım biraz sonra “Artık kalksak mı?” diyecekti. O dakikada benim içimde bir ferahlık vardı. Sonunda onun güzelliğini tarif etmenin kendimce bir yolunu bulmuştum: İnsana kaçınılmaz bir biçimde derinlik kazandıran bir güzellik. Üstelik bunu kendisine de söylemiştim. Bunu özelikle söylüyorum çünkü bu, o güne kadar ona söylediğim sözlerin en cesuruydu. Bu yüzden artık içim rahattı. Ve o, istediği an masadan kalkabilirdi.

Mesut Barış Övün

Çizim: Burcu Firdevs Demirağ

14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nün 4. sayısında (Ağustos 2014) yayımlandı.