4.Aralık.15 Cuma
Ankara DT’de Vanya Dayı’yı izledim. Teatralliği sevmiyorum. Fazlasını. Hele o alkış hiyerarşisi, nasıl da rahatsız edici!
Gorki’yle Çehov’un mektuplarını (Yazışmalar, Yankı Yayınları, Aralık 1966, Türkçesi: Z. Zühre İlkgelen) karıştırıyorum ara ara. Bu mektuplarda –çok yaş farkı olmasa da aralarında– Gorki genç bir yazar, Çehov ise usta. Gorki, Çehov’a hayran. Çehov ise sanki kendinden bile sıkılmış göründüğü zamanlarında.
Bir mektupta (1898 Kasım) Gorki, Vanya Dayı’yı gördüğünü ve “kadınlar gibi ağladığını” yazıyor Çehov’a. Durmuyor. “Benim için bu Vanya Dayı harikulâde bir şey, yepyeni bir tiyatro buluşu; bir çekiç, kaldırıp seyircinin boş kafasına indirdiğiniz bir çekiç.” diyor. Durmuyor. Övdükçe övüyor ve son vuruşla bitiriyor: “Sizi ne kadar överlerse övsünler, yeteri kadar değerinizi bilemiyorlar ve bana öyle geliyor ki sizi yanlış anlıyorlar.” Sonra da Çehov’a “Vanya”nızı kendiniz nasıl görüyorsunuz diye soruyor.
İşte Çehov’un, Yalta’dan, 3 Aralık 1898 tarihli mektubunda Gorki’ye yazdıkları:
Son mektubunuz beni memnun etti. Bütün kalbimle teşekkür ederim. “Vanya Dayı” yazılalı uzun zaman, çok uzun zaman oluyor. Ben hiç sahnede görmedim. Son yıllarda taşra tiyatrolarında sık sık oynuyorlar. Geçenlerde piyeslerimi toplu halde yayınladım, belki ondandır. Genellikle, piyeslerime bir yakınlık duymuyorum; uzun zamandır tiyatrodan uzağım, artık tiyatro için yazmak da bana bir şey söylemiyor.
* * *
“Yazmaktan başka imkânı olmayanlardır, yazarlar. Şansını bir de yazıda deneyenler değil.” (Murat Yalçın, Kontrol Kalemi, sayfa 117)
* * *
Geç çıktım işten. Soğukta dolmuş beklerken iki liseli genç yaklaştı durağa. Bir genç kız, bir oğlan. Dolmuş gelince kız da arkamdan bindi. Oğlan duraktan seslendi kıza: Eve varınca mesaj at! Sonra kreşendo geldi, tam hareket ederken dolmuş, dolmuştaki herkesin duyabileceği şekilde: Seni seviyorum! Kıza baktım, belli ki utanmıştı, telefonuna gömüldü hemen. Belki de “bende seni seviyrm” yazıyordu durakta kalan sevgilisine. Her neyse. Bizim memleketteki kadın erkek ilişkisinin prototipi işte, diye düşündüm. Erkekler kadınlarının eve varışlarından, evden çıkışlarından, ne giydiklerinden, kimlerle görüştüklerinden haberli olmak isterler. Çünkü seviyorlardır. Kadınlar da böyle erkekleri severler. Çünkü böyle sevilmeye alışmışlardır. Ve Yuhanna bu günleri görebilseydi eğer, şöyle yazardı İncil’inde: Tahakküm, sevgi olup aramızda yaşadı.
5.Aralık.15 Cumærtesi
Rüya Odası
Düşüyorum. Hızla. Muazzam bir boşluk içerisindeyim. Her an yere çakılacağım korkusu sarmış her yanımı. Düşüyorum, hızla. Çevrede hiçbir şey yok. Muazzam bir boşluk. Beyaz bir boşluğun dibine doğru düşüyorum. Hızla.
Ve dış ses geliyor:
De ki o ebedi ve edebi bir düşüşle cezalandırılmıştır.
6.Aralık.15 Pazar
Benim gibi kıştan nefret edenlere, kışın enerjisi düşenlere gelsin. Sünbülzade Vehbi’den:
Germ ü serdine bakılmaz bu yalan dünyanın
Eyleme vaktini zayi deme kış yaz, oku yaz
7.Aralık.15 Pazarertesi
Her yudumda damla damla artan kederimiz
Gün gelir de meyhaneyi mezar yapar değil mi
Orhan Gencebay
Cemil Kavukçu’dan yeni kitap geldi: O Vakıt Son Mimoza. Mimoza’ya son bir ziyaret. Toplu bir mezar gibi, ölmeden ölmüşlerin bekleme odası gibi. Cemil Küçükfilibe’ye bir saygı duruşu belki.
Necip Tosun, yeni çalışması Günümüz Öyküsü’nde şöyle diyor Cemil Kavukçu için: “Kavukçu’nun öyküsü iki ana damardan akar. Birincisi kasabadaki insanlık manzaralarından oluşan damar (ki onun öykülerini yasladığı en önemli damar), diğeri ise büyülü gerçekçilik diyebileceğimiz ikinci damar. Kavukçu, birinci seçimde (yalnız, tedirgin ve yenilmiş insanlar) çoğaltmacılığın sınırına dayanmıştır. Oysa bilindiği gibi zenginleştirilmeden, derinleştirilmeden benzer konuları çoğaltmak ve tekrarlamak bir sanatçı için en büyük handikaptır.”
Eleştirmen gözüyle bakıldığında doğru olabilir söyledikleri. Ancak benim gibi sıradan bir okursanız durum farklı. Aynadaki Zaman’dan sonra yazdığım yazıda (Cemil Kavukçu’nun Silgisi) şöyle demiştim ben de: Cemil Kavukçu’nun Angelacoma’nın Duvarları’ndan (hatta Mimoza’da Elli Gram’dan) beri her kitabından sonra vurguladığı o “kasabadan çıkış” hayali yerli yerinde duruyor. Kolay değil taşradan çıkmak, gerekli de değil.
O Vakıt Son Mimoza’da kasabaya bir kez daha uğruyor Cemil Kavukçu. İyi yapıyor. Onun öyküleri benim için yengemin şekerparesi gibi. Dünyada bir tek yengem yapabiliyor. O tatta, o ayarda bir tek o. Cemil Kavukçu öyküleri de böyle, bir tek o böyle yazabilir. Ve sıradan bir okur olarak benim, Cemil Kavukçu’nun aynı tattaki şekerparelerinden sıkılmam mümkün değil. Hatta ne kadar çoğalsa o kadar iyi!
Ve fakat şu şerhimi de düşmem gerekir; kitabın son dört öyküsü kitaptaki diğer öykülere nispeten kısa öyküler. Hatta çok kısa birkaç öykü de var. Bunlar kitabın ilk beş öyküsüyle çok uyumsuz. Belki bir ara başlıkla ayrılabilirlerdi en azından, diye düşünmedim değil.
8.Aralık.15 Salı
Hani bir grup deli birbirlerine anlattıkları fıkraları numaralandırmışlar da bir süre sonra “7” ya da “13” deyince gülmekten kırılıyorlarmış ya… İşte, “Hasanlar’a burdan mı gidilir?” repliği de biladerle benim rakamlarımızdan biridir. Bazen birbirimize söyleyip gülüşürüz. Nadir Sarıbacak’ın Gişe Memuru filmindeki kısacık rolünü hatırlatır bize. Hem Gişe Memuru gibi bir film yapan Tolga Karaçelik ama hem de Nadir Sarıbacak’tan ötürü bir süredir merakla beklediğim bir filmdi Sarmaşık. Son zamanlarda izlediğim en iyi film. Senaryosuyla oyunculuklarıyla müthiş! Nadir Sarıbacak’tan ise ayrıca bahsedilmeli.
Nadir Sarıbacak çok beğendiğim bir oyuncu. Önce, Uzak İhtimal’de izlemiştim. Sanki oynamıyor gibiydi (Benim nazarımda bu söz bir yazara “Sanki hiçbir şey anlatmamış gibi yazmış” demek ayarında, o kadar yani). Sonra Gişe Memuru, Kış Uykusu ve Yozgat Blues’daki küçük rolleri. Şubat’taki Duble ve Beş Kardeş’teki Nazım karakterlerine can verişi… İyi bir oyuncu olduğu kadar güzel bir insan olduğu da belliydi sanki.
Sarmaşık’ta ise Cenk’i oynamamış, Cenk’i döktürmüş. Harikulade! Zaten Portakalsız 52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı bu rolüyle. Ama bundan çok, ödül konuşmasının sansürlenmesiyle haber oldu gazetelerde, sosyal medyada.
“Hasbıhal etmek istiyorum, çok kısa, 30 saniye. Memlekette ilgili dertlerim var. Bu filmden de hareketle çok güzel arkadaşlarım var. Farklı dinden, dilden, ırktan, meşrepten, mezhepten ve hepsini aşk derecesinde seviyorum. Bizi ancak kardeşlik ve muhabbetin kurtaracağına inanıyorum. Muhabbet, gerçekten. Belki bir duble rakıyla ya da bir demlik çay. Sadece muhabbet etmek kurtaracak bizim dertlerimizi. Buna inanıyorum.” derken yayıncı kuruluş, önce görüntüyü değiştirip törenin yapıldığı binanın dış görüntülerini vermeye başlıyor. Sonra da Nadir Sarıbacak’ın sesi kesiliyor. Oysa ne diyor devamında biliyor musunuz: “Çünkü vücudun organları gibiyiz. Kulağın ağza, elin ayağa nasıl muhalif olamayacağına göre biri kesildiği zaman bütün vücut acıyacağına göre kader bağımız var memlekette. Bütün kardeşlerimi seviyorum ve onların dertlerimizi kurtaracağına inanıyorum. Her duygudan düşünceden, ortak, birlik. Çok teşekkür ediyorum, çok sağ olun.”
Ben Nadir Sarıbacak kadar umutlu olmak isterdim ama değilim. Nasıl olayım? Rakı lafını duyunca naylon görmüş beygir gibi ürkenlerle nasıl birlik olacağım?
Mustafa Ceceli denen zıpçıktı da Aşık Daimi’nin deyişini kafasına göre değiştirerek okumuş. Nasıl olacak kardeşlik, nasıl?
Sen sürekli bize Sarmaşık’ın Beybabası gibi posta koyarsan, kırarsan bizi, senin yüzünden kırılıyorken biz, nasıl olacak kardeşlik?
Onur Çalı