İşimi seviyorum: Hem hayatta en sevdiğim işlerden birini yapıyorum yani kitap okuyorum, hem de karşılığında para kazanıyorum: Üstelik okumak isteyip de basiretim bağlandığından ya da bir türlü fırsat düşüremediğimden okuyamadığım nice iyi yazarı editör olarak okuma şansım oluyor. (Bu arada okumak zorunda kaldığım bir sürü kötü yazarı, kötü dosyayı da, deyiş yerindeyse, kazancımın zekâtı kabul ediyorum. Benimle aynı durumda olan editör, düzeltmen, redaktör ve benzeri meslek erbabına da aynı şeyi öneririm. İnsanı bazen teselli ediyor.)

Bu tezahüratlı gürizgâhı (Editöre not: Dikkat, “girizgâh değil!) Sezgin Kaymaz’ın severek yayına hazırladığım yeni romanı, “Sevinç Kuşları” üçlemesinin son kitabı Son Şûrâ için yapıyorum.

Baştan alayım. Bir süre önce April Yayıncılık’tan editör Nazlı Berivan Ak arayıp Sezgin Kaymaz’ın yeni romanının editörlüğünü yapar mıyım diye sorduğunda ilk tepkim, basiretim bağlanıp okuyamadığım yazarlar konusunda hep olduğu gibi, korkmak oldu: Acaba yapabilir miydim? Süreci kolaylaştırmak isteyen Nazlı, önce Kaymaz’ın April’den çıkan ilk kitabı, son öykü toplamı Bakele’yi, ardından üçlemenin İletişim yayını ilk iki kitabı Deccal’ın Hatırı ile Kısas’ı gönderdi. Kaymaz için “Tam senlik bir yazar” diyordu: Yanılmamış.

Çok net söyleyebilirim: Sezgin Kaymaz çok iyi bir öykücü ve romancı. Ve tam benim yazarım. Bakele’nin daha ilk satırlarında oluşan bu yargım, Son Şûrâ’yı okurken pekişti, kuvvetlendi. Bir kere derdi dille Sezgin Kaymaz’ın: derdi günü, işi gücü dil. Bu yanı onun bir yandan gelenekle bağını koparmamış “yerli” bir yazar, bir yandan da hem evrensel hem de çağcıl ve çağdaş bir yazar olmasını sağlıyor: Böylece onda hem Reşat Nuri, Refik Halit, Hüseyin Rahmi gibi klasikleşmiş yazarlarımızın duyarlı, hatta dokunaklı dilini, anlatımını sürdüren bir yazar, hem de müthiş atak, yırtıcı, hep yeniyi yazan, hep yenilenen bir yazar buluyoruz.

Sezgin Kaymaz sadece verili dili çok iyi kullanmakla kalmıyor; korkmadan sakınmadan hem kendi icadı sözcük ve deyimlerle (“üstten aşağı tike kestirmek”) hem de “halk ağzından derlemeler”le (bolca olduğu için örneğe gerek yok) katkılarda da bulunuyor dile. Özellikle de verili dilde hazır bulduğu deyimlerle, deyimlerin başlıca niteliklerini taşıyan, örneğin onlar gibi eksiltili söyleyişler olan, kendi üretimi deyimleri yan yana kullandığında başarılı: “yel yepelek banyodan çıkıp havalandıra havalandıra dolanan Zila’yı…”

Kaymaz, dış anlatıcının sesi ve bakış açısı ile kahramanların seslerini ve bakış açılarını korkmadan (:çünkü yazar/anlatıcının kahramanın ağzından konuşması, yazar uygulamada kolayca çuvallayabileceği için, “Aman Tanrısıydı, neden hep böyle oluyordu, bunlar neden hep onun başına geliyordu!” gibi artık klişeleşmiş geyikler yapılarak dalga geçilen bir anlatım yordamıdır) ve üstün bir başarıyla iç içe geçiriyor; üstelik, sanki/besbelli inadına, bu çuvallama tehlikesiyle dalgasını geçerek, kahramanın sözünü ya da düşüncesini sadece yazar/anlatıcının bakışından aktarmakla kalmıyor, bazen doğrudan kahramanın ağzından aktarıyor (“Mükerrem de sefasını sürsün’dü Balıkevinde; biz burada ölelim’di.”):

Aralıktan, “Gidin işinize kardeşim.” diye seslenip tamamen kapatmak için düğmeye uzandı, camın dış yüzüne çıkartma gibi yapıştırılmış tabancayı görünce elini çekti, önce kilidini, sonra kapıyı açtı. Ayılmış sayılırdı. İnsan hayatı ne kadar ucuzdu görüyor musunuz? Birinin gözüne far tutun, caddenin ortasında vursun indirsin sizi. Ya da malınızın üstüne titreyin, Japon vursun indirsin. Daha Gönül’ün mürüvvetini görememiştik. Ah şimdi Turna burada olacaktı ki… Cansiparâne atılıp çocukcağız, kendini tehlikeye atarak… Mükerrem de sefasını sürsün’dü Balıkevinde; biz burada ölelim’di. Oh. Bin ayrı şey düşünüyordu bir anda. “Bin ayrı şey düşünüyorum.” diye düşündü. “Ölmeden hep böyle mi olur acaba?”

Bu tekniğin ikili bir işlevi var gördüğüm kadarıyla: Hem romanın anlatımına alabildiğine akıcı bir kıvam veriyor, hem de okurun, olayları tam da içindeymiş gibi aktaran “dış” anlatıcıyla birlikte, bütün olay örgüsüne sanki okuma zamanında yaşanıyormuşçasına tanık olmasını sağlıyor. Bu da romanın, en çok da iyi polisiyede arandığı gibi, tam bir page-turnerolmasını sağlayıp okurun merakını hep diri tutuyor.

Sezgin Kaymaz, bütün iyi yazarlar gibi, tekrardan da korkmuyor, istediği vurguyu yaratabilmek için tekrar tekrar kullanıyor tekrarı. Bunu göstermek içinSon Şûrâ’nın ithaf satırları bile yeter:

Garibanlıklarıyla gelip dünyayı gariplikten kurtaran, garip garip gidip gene garip bırakan güzel kardeşlerime (…)

Aşağıdaki alıntıda görüleceği gibi, uzun cümlelerde de başarılı Kaymaz; bu arada, daha ithaf cümlesinden başlayarak, hem sözcük hem de cümlecik düzeyinde, her çeşitten ikilemelerin bolluğu da dikkat çekici (artık kolayca tahmin edeceğiniz gibi, Kaymaz’ın dilinde sevdiğim yanlardan biri de bu):

Neticede, Celil’in şerrinden korkup ama Çankaya Karakolunun haftada bir söve saya haylaz oğlan peşine düşen memurları eliyle, ama Deccal’ın, ama Solak Uğur’un her delikte gözü olan adamları eliyle bulunuyordu çocuklar. Bir dahaki kaybolacakları güne kadar GMK 133’e tıkışıyor, sıkıla bunala –“Penceresi bile yok buranın yaa!”– iki oturuyor, biraz Foto’yla hasret giderip eteğini falan kaldırarak eğleniyor, biraz İrfan’la oynayıp oğlanı Mimar Serkan Kılıç marifetiyle bir’den yirmi’ye birleştirilip tek daire yapılmış apartmanın her katına işetiyor –Allah’tan Memiş’le Okan bir ay arayla ölmüştü de onların çapağıyla pasağıyla uğraşmıyordu artık Kübra­– söylene söylene halı silen Kübra’yı gıdıklıyor, Gülhan’dan racon öğreniyor, Kenan’la habire peçiç oynayıp habire Edip’in psikolojisini bozuyor, yel yepelek banyodan çıkıp havalandıra havalandıra dolanan Zila’yı dikizleyerek Kübra’yı üstten aşağı tike kestiriyor, ara ara eve uğrayan Kayhan’ı ölmesine kaç kriz kaldığını sorup uğradığına uğrayacağına pişman ediyor, ortalığı katıp karıştırıyorlardı.

Son Şûrâ’nın hikâyesi hakkında bir şey söylemediğimin, kitap dergilerinde yazan ve elbette değerli yazarlar olan arkadaşlarımızın çoğunun çoğu zaman yaptığı gibi kitabı özetlemediğimin farkındayım. Hem okur hem de editör olarak temel derdimin kitabın ne anlattığından çok nasıl anlattığı olduğu herhalde buraya kadar anlaşılmıştır diye düşünüyorum. Yetmedi mi? O zaman, profesyonel bir kitap editörü olarak en zorlandığım, dolayısıyla en gıcık olduğum “iş”in, yayına hazırladığım kitabı satış ve tanıtım elemanları için “özetlemek” olduğunu söyleyeyim. Bu da yeterince ikna edici olmazsa eğer, “Yazarın bile yapamayacağı bir şey editörden istenebilir mi hiç!” deyip, Tolstoy’un “Harp ve Sulh’te ne anlatmak istediniz?” sorusuna cevabını aktarırım ben de: “Harp ve Sulh’te ne anlatmak istediğimi anlatmak isteseydim, oturur Harp ve Sulh’ü bir daha yazardım!”

Selahattin Özpalabıyıklar

Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu Aralık 2015 tarihli Tempo dergisinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.