22e72-img_7036

En çok bozkırın ortasındaki denizi severim. Kocaman yapraklı ağaçların gölgesinde. At kestanelerinin üstüne basarak. Yokuş aşağı birden karşıma çıkacak gibi olanı. Hayda, derim. Şimdi durduk yerde nereden çıktı bu deniz. Denizi gören, kıyısında oturup içmeye bir bardak çay, çayı bulsa sohbete dost arayacak.

Üstümde hafif bir elbise, ayağımda sandaletlerle deniz kenarında bulurum kendimi sonra. Ensemden üfleyen esintiye aldırmadan sahil boyunca incik boncuk tezgâhlarına baka baka yürümeye başlarım. İstiridye kabuğu kolyeler, balık pulundan yapılmış rengârenk küpelerin arasında gösterişsiz bir yüzük dikkatimi çeker. Tam uzanacakken birisi önce davranır. Ellerimiz yüzüğe uzanmış kalakalırız. Tanımadığımızdan değil, bir anda karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla bakışırız. Neden sonra toparlanır, kucaklaşırız. Tedirginliğimiz yerini abartılı bir sevince bırakır.

Nasılsın?

İyiyim. Sen nasılsın?

Geçmişteki yakınlığımız, bir merhabadan fazlasını gerektiriyor. Sahildeki çay bahçelerinden birine otururuz. Sonra, yüzünü denize dönmüş iki kişiden ne beklenirse artık.

Ön masadaki ailenin küçük afacanı ufaladığı simit parçalarını denize atıyor. Balıklar bir anda simit parçasının üstüne üşüşür. Gümüş pırıltılar saçarak birbirinin sırtından kayar, her hamlede kendilerine yer açmaya çalışırlar. Cehennem ateşi gibi fokurdar deniz. Ta ki uğruna savaşacak bir neden kalmayıncaya kadar. Her biri kaptığı simit parçasıyla dört yana dağılır. Bakmışsın simitten eser kalmamış. Balıklar da yok. Denizin üstü yine çarşaf gibi. Çocuk elini çırparak gülüyor. Ben de gülerim, arkadaşım da. Birbirimize bakar, bir süre de öyle güleriz. Çocuk işte, demenin sessiz bir yoludur bu. Eski tanışlar konuşmadan da anlaşabilir. Çocuk işte demek, hayat işte demenin başka şeklidir belki de. Arkadaşım ve ben buna benzer anlar yaşamışızdır. Ekmeğe üşüşen balıkların telaşını görünce sevinç içinde kaldığımız, insanların arasında koşuşturarak neşemizi onlara da bulaştırmak istediğimiz olmuştur. Şimdi yaşı kırka dayanmış iki kadın olarak çocuğun sevincinden bize geçen küçük bir tebessümdür yalnızca. Ufaklık sonsuz bir şimdi içinde yaşarken biz, buruk anıların hüznüyle güzel olan her şeyin tadını kaçırırız.

Çaylar gelir. Ben açık istedim. Arkadaşım fincanda, demli. Garson ince belli bardakta zift gibi çayı önümüze koyar. Bir şey demez, bir yudum alırız. Aradan uzun zaman geçmiş. Konuşmaya değecek bir şeyler bulmak zor. Eski hesaplar kapatılmış, kırgınlıklar unutulmuş. Son görüşmemizin üstünden belki yirmi yıl geçmiş. Neler olmaz ki bunca zamanda. Aileler kurulur, aileler yıkılır. Çoluk çocuğa karışılır. Hepi topu üç cümlede özetlenir bütün yaşam.

Yine de güzel bir gün. Güneşin sıcaklığı ortamı yumuşatıyor. Kimsenin acelesi yok. Eller cepte, adımlar ağır. Aylaklık etmenin tam sırası. Sahile balıkçı tekneleri yanaşmış. Kavruk tenli şu adam, kasaya istiflediği balıklardan birkaçını kıyıda bekleyen kedilere atsa ya. Atmaz. Bana mı güvendi, gitsin fare avlasın, diye düşünür belki. Yazlıkçılar balığın pahalılığından şikâyetçi. Üstelik tam mevsimi. Kasabanın yaşlıları sırtını güneşe vermiş oturuyor. Denize yüz çevirmiş gibi dursalar da, aslında dalgaların kıyıya çarpan sesini dinlerken hafızalarından geçmiş yazları, başka denizleri çağırırlar. Onların baktığı manzara tatilcilerin gördüğüyle bir değil. Belediye binası o beton yığınına taşınmamış daha. Şimdi pasaj yapılan yerde badem ağaçları duruyor. Seyyar tezgâhların sıralandığı sahil doldurulmamış. Masasında oturup limonata içtikleri çay bahçesinin yerinde balıklar oynaşıyor.

Arkadaşım, hâlâ bırakmadıysa sigara yakar. Sonra içimizden birisi, bir şey söyleme gereği duyar. İlk aklımıza geleni kendimize saklarız.

Hava ne güzel, diyebilir mesela.

İyi ki karşılaştık, der öteki de. Bunu daha sık tekrarlayalım.

En son ne zaman görüştüğümüzü düşünürüz. İkimizden birisi sanki bu vefasızlığın tarafı değilmiş gibi sitem eder. Öteki utanır. Belki ben. Kendimce sebepler sıralamaya başlarım.

İş, güç derken her şeyi unutuyor insan.

Arkadaşım ikna olmuş görünür, ısrar etmez. Hayatını dört cümlede özetledikten sonra sıra eski günlere gelir. Yalnızca güzel zamanları hatırlamalı, bir bardak çay içip iyi dileklerle ayrılmalıyız. Böyle olması gerektiğini ikimiz de biliyoruz. Araya uzun bir sessizlik girer. Söz tıkanınca, o da benim gibi utanır mı bilmem. Sonra önemli bir şey hatırlamış gibi gülümser. Geçen yıl tesadüfen ortak bir tanıdığımıza rastlamıştır. Bu hatıranın aramızda hiç konuşulmamış başka anıları çağıracağını sezdiğinden belki. Susar. Bu sıkıntılı sessizliğe son verdiği için minnetle bakarım ona. Eskiden yakın olduğumuz ama yıllardır haber alamadığımız birisidir sözü edilen. Laf lafı açar, söz eninde sonunda denizden uzak memlekette, bozkırın ortasında geçen bir âna varır.

Ankara’da. Eylül ya da ekimdi.

Sonbahar yani.

Ankara’yı bilirsin. Buralar gibi değil. Eylül geldi mi akşamları ayaza keser.

Bir anda yıllar öncesine gider, Ankara’nın caddelerinde dolaşmaya başlarız. Bir baksak denizi göreceğiz yine. O sırada beklenmedik bir şey (önümüzden geçerken aniden alçalan bir martı ya da deniz yüzeyinde topluca havalanıp tekrar dalışa geçen balık sürüsü) bize sahilde olduğumuzu hatırlatacak. Ama çoğunlukla öyle olmaz. Geçmişten aklımızda kalanlar şimdiki ânın üstünü örter.

Onun da gözünde aynı görüntüler canlanır mı bilmem. Kızılay’dan Tunalı’ya yürüyoruz. Başkaları da var. En çok koluna girdiğim uzun boylu, kumral oğlan var. Her gördüğümüze yorum yapıp her yoruma gülüyoruz. Ben en çok koluna girdiğim oğlanın sözlerine gülüyorum. İkimiz kalabalıktan ayrıldık. Benim neşeli halime inat, o keyifsiz görünüyor. Sonra kısa, kopuk cümlelerle anlatmaya başladı. Başka birisi var, dedi. Ben zaten, bir süredir… Kim, diye sordum. Neden, demenin anlamsız kaçacağını düşünmüş olmalıyım. Yolun ortasında duruyoruz bir süre. Arkamı dönüp baktığımda kahkahalar atarak bize yaklaştıklarını görüyorum. Şimdi karşımda oturan arkadaşım, endişeyle bize bakıyor. Göz göze gelince her şeyi anlıyorum. Ellerimi ceplerime soktum sonra. Vitrinlere baktım, caddenin kalabalığına, yürüyen insanların ayaklarına, ayakkabıların kaldırımda bıraktığı izlere. O sırada tuhaf bir şey oldu. Başımı kaldırıp uzaklara bakınca, birden denizi gördüğümü sandım, şaşırdım. Ankara’da denizi ilk kez o gün görmüştüm.

Arkadaşımın sesiyle kendime gelirim.

Bir çay daha içelim. Bir daha ne zaman görüşürüz kim bilir.

Ne çay içmeye isteğim kalır ne de sohbet edecek halim. Bir bakarım tekrar başladığım yere, yokuşun başına dönmüşüm. Kuru bir Ankara soğuğu yüzümü tırmalıyor. O an gözümü yoldan ayırmadan bir an önce gideceğim yere varmak en iyisidir. Çünkü başımı kaldırıp binaların silikleştiği ufuk çizgisine bakarsam tekrar denizi hatırlayacağım. Karşımda uzanan genişliğe daha az inanarak ısrarla aynı yanılgıya düşeceğim.

Derya Sönmez