Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Vira Bismillah!

Onur Çalı

4bef4-tu25c4259fba

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

2006 yılında yolum Mario Levi’nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nden geçti. Çıkardığım ürünler açısından verimli bir atölye olduğunu söyleyemem ancak ortak ilgi alanım olan insanlarla bir araya gelmek, her pazar hayattan keyifli bir üç saat çalmak ve yazmanın hazzına varmak çok güzeldi. Bu atölyeyle birlikte klasik roman okurundan öykü okuruna doğru evrildim ve ilk öykü denemeleri başladı. Atölye bitti. Sonrası uzun bir sessizlik. Bulmak isteyene neden çok: İş, güç, İstanbul curcunası, gelenler, gidenler, göçler, hastalıklar, annelik, yorgunluk, zamansızlık…

Bir bahar günü Deniz iki yaşına bastı ve mucizevi bir şekilde sabaha kadar odasında uyumaya başladı. Büyük bir açlıkla kitaplara saldırdım. Okumak güzeldi ama yetmedi. Bir okuma grubu kurduk. Kitaplar okuduk, edebiyat uyarlaması filmler izledik, şu an yayında olmayan bir blogda okuduklarımız ve izlediklerimiz üzerine ufak ufak yazmaya başladık. Yazma heyecanı bir kez daha bünyeme girmişti. Bir daha kaçmasına izin vermeyecektim! 2013 eylül ayında yazıyı yeniden ve kalıcı olarak hayatıma soktum. Aynı yılın kasım ayında (her ay sekiz yazı hedefiyle) Kurmacabiyografiler isimli bloğumu kurdum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, günden bana kalanlar, kurmaca metinler yazmak hakkında usul usul konuştum, yayımlanan öykülerimi paylaştım. Bloğu açarken buradan kitaba gidebileceğimi düşünmemiştim ancak blog tutmak bana hem düzenli yazma disiplini verdi hem de okuru olduğum öykücülerden bir kısmı ile tanışmama, yazdıklarım hakkında olumlu değerlendirmeler duymama vesile oldu. Sıra bir sonraki adıma gelmişti: öyküleri elemek ve bir dosyada toplamak.

Yazma uğraşını neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdın?

Öykü ile atölye döneminde tanıştım desem yeridir. Öykü, bu tür atölyeler için mükemmel bir araç. Kısa sürede yazabiliyor, okuyor, üzerine tartışabiliyorsunuz. Burada türün iyi örnekleriyle tanıştım ve içime öyküden zevk alma tohumları ekildi.

Öykünün az sayfada, az kişi ve olayla yetinmesini, eksildikçe çoğalmasını, okuru da işin içine katan yapısını seviyorum. Murathan Mungan’dan alıntılayacak olursam “Edebiyat sevmek benim gözümde kıymetli bir şeydir, ama özel olarak öykü sevmek benim için ayrı bir önem taşır. Hadi biraz abartarak söyleyeyim: Bana göre iyi bir edebiyat okuru olmanın ölçülerinden biridir bu. Sinema sevmek, roman sevmek daha kolaydır, toplumun genel eğilimi de bunu doğrular zaten; öykü sevmek ise sıradan bir tercihi aşan, edebiyat içinde alınmış bir yolun işaretidir.” Ne diyebilirim? Çok olan tarafta olmayacağız.

Yayınevini nasıl belirledin? İlk kitabın yayımlanma sürecinde neler çektin?

Onlarca “ret” ile başa çıkamayacağım ve muhtemelen yılıp vazgeçeceğimi bildiğim için, ilk öykü dosyalarına yer veren, yayın listesine aldıktan sonra yıllarca bekletmeyen, kendime yakın hissettiğim daha genç yayınevlerini gözüme kestirdim. Bir dosya oluşturmaya karar verdiğim sıralarda Ebru’nun (Askan) ve Ayşegül’ün (Kocabıçak) öykü kitapları yeni yayımlanmıştı. Onların öyküleriyle kendi öykülerim arasında bir yakınlık hissettim. Ve onların sonuç aldığı yayınevlerinden başlamaya karar verdim. Dosyamı önce Ayizi’ne yolladım. Yaklaşık 1,5 ay sonra oradan ilk ret cevabı geldi. Sonra NotaBene’ye yolladım. 3,5 ay cevap gelmeyince bir mail attım ve dosyamın Sibel Öz’e ulaşmadığı anlaşıldı. Bu karışıklık ortaya çıkınca dosyamı yeniden yolladım. On gün sonra Sibel aradı ve “Biz dosyanı okuduk, beğendik, basacağız. Fuara yetiştiremiyoruz, kusura bakma. Ancak aralık ayında yayımlayabiliriz,” dedi. Görüş ve önerilerini iletti. Parşömen Sanal Fanzin’de yayımlanan bir öykümden sonra Hakkı (İnanç) tebrik etmiş ve “Çok iyi gidiyorsun, bu yıl bitmeden kitap da gelir,” demişti. O günlerde yeterince öyküm yoktu ve iç çekmiştim. Sibel ile telefon görüşmemiz sırasında ilk aklıma gelen bu oldu. 2015 yılı bitmeden kitapsız bir hevesliden kitaplı bir öykücüye dönüşeceğimi duymak, bir kehanetin gerçekleşmesi gibiydi.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde sana yol gösteren, yardımcı olan bir editörün oldu mu? (Eğer olduysa, editöründen razı mısın?)

Evet, bir editörüm oldu, Sibel Öz. Bir yayınevinden içeriye girebilmenin ön şartı, dosyanıza inanacak, onu sahiplenecek bir editör bulmak, sanırım. İlk telefon görüşmemizden itibaren Sibel’in sıcaklığını, inancını, heyecanını hissettim. Genel olarak çok yönlendiren, yazar adına karar alan bir editör değil. Fikrini söylüyor ve kararı yazara bırakıyor. Zaman zaman gözümüzden kaçan bariz hatalar oldu mu diye endişelensem de sakin, huzurlu ve başta belirlediğimiz takvime uygun ilerleyen, verilen sözlerin tutulduğu bir hazırlık süreci geçirdik. Bu benim için çok rahatlatıcıydı.

İlk kitabınla hayatında neler değişti? Neler ummuştun ne buldun?

Kitap yayımlanalı çok kısa bir süre oldu. Sosyal medyada kitabı aldığını, okumaya başladığını söyleyen arkadaşlarım sayesinde yüzüme yayılan kocaman gülümsemeyi saymazsak, pek bir değişiklik yok. Şu âna kadar kitabın içeriğinden çok, kitabımın çıkmış olması ile ilgili tebrikler alıyorum. İlk kitap şahane bir haber ancak işin aslı sonsuzlukta bir minik nokta sadece. Bu noktadan bir çizgi, yol tutturabilmeyi isterim. Bunun için de heyecanla bana günahlarımı, sevaplarımı gösterecek, içerikle ilgili gerçek geri dönüşleri duymayı bekliyorum. Ve gelen her bir yorumu not alıyorum.

Telifini alabildin mi/alabilecek misin?

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ne gittiğim günlerde Mario Levi’den telif oranlarını duyduğumda çok az bulmuştum. Bugün o rakamlardan daha azının telaffuz edildiğini duymak benim için şaşırtıcıydı. Ancak sözleşme aşamasından, hatta dosyamı yayınevlerine göndermeye başlamadan önce piyasanın güncel durumunu öğrendiğim için çok az telif ücreti ya da ortak belirlenen kitap adedi teklifine kendimi hazırlamıştım. O yüzden hayal kırıklığına uğramadım. Telif ücretinin benim için sembolik bir anlamı var. Bir yayın kurulunun onayından geçmek, kitap basım, dağıtım giderlerinin yayınevi tarafından karşılanması ve düşük de olsa bir telif belirlenmesi, benim bir yazar olarak onaylanma ve kabul görme ihtiyaçlarımın karşılanması anlamına geliyor. Bu bakış açısına göre tatmin olduğumu söyleyebilirim.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Sen salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdin?

Ben uzun süre mutfağın yolunu bulamadım Onur JÇanakkale’de yaşadığım için Notos, Kitap-lık ve Varlık dışında dergi takip etme imkânım yoktu. Dağıtım ağı daha sınırlı dergi ve fanzinlerin okuru olmadığım için de öykülerimi hangi dergilere gönderebileceğimi bilemiyordum. Bu da beni altzine, yitikülke gibi dijital dergilere ve öykü yarışmalarına yöneltti. Sonrasında birkaç basılı dergi ve fanzinde yer alsam da asıl görünür olduğum mecra dijital dergiler oldu. Yazmaya 2013 yılının eylül ayında başladım ve ilk metnim de 1 Ocak 2014’te altzine’de yayımlandı.

Yaklaşık 1,5 yıllık bir süreçte kitapta yer alan on yedi öyküden on biri farklı basılı ve dijital yayın organlarında yayımlandı. Mutfakta fazla beklemeden salona geçtiğimi söyleyebiliriz.

Kitabın yayımlandıktan sonra yakın çevrenin ve ailenin yazmak/okumak uğraşına bakışları değişti mi? Yazıyla ilişkinde ciddi olduğuna ikna oldular mı? Kitap sana bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırdı mı?

Yakın çevre, anne, baba ve kardeşten oluşan aileden güzel tepkiler geliyor ancak bu genellikle yazdıklarımın içeriğinden çok, iş, güç, annelik arasında yazmaya zaman ayırabiliyor olmama ve bu uğraşı bir kitap bütünlüğüne getirmiş olmama duyulan şaşkınlıkla hayranlık arası bir duygu.

“Kitapla birlikte kendime ait bir odam oldu/ olacak nihayet,” diyebilmeyi çok isterdim ama yazabilmek için hâlâ elimde laptop oda oda dolaşıyorum. Çoğunlukla herkes yattıktan sonra yemek masasının bir köşeciğini işgal etmeye devam ediyorum. Anlayacağın kitap bana bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırmadı ama müzakere süreci devam ediyor J

Peki, bundan sonra?

Bloğa yazmaya devam! Öykü yazmak üzere masaya oturduğumda çıkan öykülerden ziyade yolumu kesen, beni heyecanlandıran, peşine düştüğüm, araştırdığım öyküleri yazmayı seviyorum. Kitapta benim de içime en çok sinen ve okuyanlar tarafından da en sevdiğim öyküler diye sayılan öyküler hep bu şekilde yazıldı. O yüzden yazamıyorum diye vicdan azabı çekmeden rahat rahat kitap okuyacağım, öykü gözümü açık tutarak dolaşacağım ve film izleyeceğim.

Lodos Çarpması’nın kapağını çizen Burcu Firdevs Demirağ, bir yıl kadar önce kahramanı kızımın adını taşıyan bir çocuk metnimi resimlendirdi. Onun yayımlandığını görmek hiç fena olmazdı.