18.Aralık.15 Cuma
Katip Bartleby’ın türküsü: Wall Street’e Gideriken
* * *
“Gerçek bazen gerçeğe tıpatıp benzemeyebilir. Gerçekçi sanatçı, eğer sanatçıysa bize yaşamın sıradan bir fotoğrafını sunmaya çalışmaz, tam tersine gerçekten daha üstün, daha çarpıcı, daha inandırıcı bir gerçek önsezisi aşılar bize. Sanatın özü, önsezinin belli bir biçimde kullanılışı, ustalıklı, bulgucu geçişler aracılığıyla ve yalnızca kurgu becerisiyle, önemli olaylara güçlü bir ışık tutup geri kalanları arka plana alarak vermektir. Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır. İnsanoğlunun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” (Tomris Uyar)
* * *
Sokağa çıkarken dikkat
Sokaklarda esen rüzgar çünkü.
Rüzgarlarla eve dönmek saçma,
Ev dar çünkü.
(B. Necatigil, Sokaktan Gelmek, Evler kitabından)
19.Aralık.15 Cumærtesi
E-kitap karşısında kağıt kokusunu, elektronik haberleşme karşısında mektubu güzelleyenlerden değilim. (Belki de yeterince yaşlanmamışlığımdan ötürü.) Sonuçta, bir teknolojik ürünü ya da hizmeti hayatınıza ne kadar ya da ne şekilde sokacağınızı kendiniz belirlersiniz. Ne “şimdi her şey çok güzel, hızlı, rahat”çılardanım ne de “nerde o eski güzel günler”cilerdenim. Ve fakat mektuba ucundan da olsa yetiştiğim için şanslı sayarım kendimi, özlerim de bazen mektuplaşmayı.
Geçenlerde bir dostumdan kendi elcezleriğiyle çizdiği bir kartpostal alınca ve Zekeriya Sertel’in “Hatırladıklarım” kitabının sonunda torununa yazdığı mektubu okuyunca ister istemez nostaljiye sürüklendim. (Z. Sertel İngilizce yazmış mektubu, daktiloda “w” olmadığı için de “vv” çözümünü üretmiş, çok tatlı bir metin. Kitaptan ayrıca bahsedeceğim, önemli bir kitap.)
İlk mektubumu TSE’nin çıkardığı Öncü Çocuk dergisine göndermiştim. İçinde “Öncü çocuk dergisi/Gelir bize kendisi” gibi mısra-i bercestelerin bulunduğu muhteşem şiirimle birlikte. 9-10 yaşlarındaydım sanırım. Sonra lisansa kadar mektup yazdığımı hatırlamıyorum. Her yere uzak ve her yerden uzak Beytepe’de ise epey mektup yazdım ve aldım. Hepsini saklarım. Sonra, dil jandarmalarının elektronik mektubun kısaltması olarak elmek dedikleri e-mail girdi hayatımıza. Biz de hakikaten mektup uzunluğunda yazardık o zamanlar. Sonra e-mailler de kısaldı. SMS geldi. Sonra facebook, twitter ve sair. (Bir kız arkadaşım kendisine gönderdiğim bütün SMS’leri tarih ve geldiği saati saniyesine kadar not ederek bir deftere yazmıştı. Son direnişlerimizdi bunlar.) Mektubu unuttuk gitti. En son, annem-babamdan ve amcamdan aldım mektup ki ne kadar değerliler.
Kart yollama ise daha erken öldü mektuptan. Birkaç sene önce ise, herhalde bir nostalji rüzgarına kapılarak, arkadaşlarıma kart atmıştım yılbaşı için. (Bu arada, Noel karşıtı Müslümanlar hortladı gene, allah akıl fikir versin, hele bi İsa abinin doğum gününe bakın da öyle coşun be gafiller!) Sonra devamı gelmedi. Şimdi yine gaza gelip birkaç kişiye göndereceğim sanırım.
Başıma bir şey gelmeyecekse şunu söylemek istiyorum: sözcükler çevrilemez. Evet, mana olarak yakın bir karşılığını bulursunuz belki ama kendi dil evrenindeki çağrışımını, gücünü yansıtmanız çok zor.
Söz gelimi gurbet sözcüğü. Söz gelimi “homesick” sözcüğü. Bazen derdini anlatmak için birden fazla dile ihtiyaç duyuyor insan (yetmiyor yine ama olsun): Vatanımın, Kuzey Ege Krallığı’nın garbında değil şarkındayım ama yine de gurbetteyim ve I feel homesick be dostlar!
* * *
ey kalbimin deli kendisi
senin şiirini söylemek istemiyorum
yaklaştıkça uzaklaşıyorum
çünkü gözeneklerine yüreğimin
(Halim Yazıcı, Gözeneklerine Yüreğimin, O Güzel Narin Gelinkitabından)
21.Aralık.15 Pazarertesi
Haftasonu hasadı:
Victoria (Sebastian Schipper, 2015): Örneği ya da başarılı örneği az bulunan filmlerden biri; filmin tamamı tek planda çekilmiş. 140 dakika, montajsız. Bununla ilgili ayrıntıları (kaç denemede çekildiği, kaç saat sürdüğü, senaryonun aslında 12 sayfadan ibaret olduğu ve sair) anlatmış yönetmen bir söyleşisinde. Bunlar çok da önemli değil zaten. Tıpkı edebiyattaki gibi (kocaman romanı bir harfi hiç kullanmadan yazmak gibi), deneysel bir iş yapmış yönetmen. Çeşitli nedenlerle oldukça zor bir iş. Biz sanat tüketicileri olarak böylesi bir meydan okumadan etkileniriz ama bu, o eseri sevmemiz için yeterli olmaz. Zaten Victoria’yı izlerken de tek planda çekilip çekilmediğini unuttum gitti. Hikaye öyle sahici ve akıcı ki kaptırıp gidiyorsunuz. Sonuç olarak iyi film, özellikle Victoria’yı oynayan Laia Costa olmak üzere, iyi oyunculuk. Daha ne olsun!
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990): Kötü eleştirmenler gibi ben de bir film hakkında yazarken illa başka bir filmle benzeştiriyorum ama ne gelir elden, Ed Wood’u çağrıştırdı bana. Aşk filmlerinin yönetmeni Haşmet Asilkan ile Ed Wood, film çekmek için varlarını yoklarına katışları ve kötü filmleriyle benziyorlar. Sanatta her zaman olmaz ama bazen bir yönetmen oyuncusunu bulur, bir müzisyen şairini; öyle bir kimya oluşur ki aralarında, en güzel işleri, birlikte yaptıkları işler olur o saatten sonra. Yavuz Turgul ve Şener Şen de böylesi bir muhteşem ikili.
Il Postino (Michael Radford, 1994): Lisedeydik. Üç çok iyi arkadaştık. Birimiz tiyatro meraklısıydı, üçümüz de şiiri çok seviyorduk. Bir gün tiyatro meraklısı olan, elinde fotokopilerle geldi: Bu oyunu üçümüz oynayacağız, hem de Asklepion tiyatrosunda! Oyunun adı Ateşli Sabır idi. Büyük şair Pablo Neruda’nın hayatından kurgusal bir kesiti canlandıracaktık. Tabi olmadı o iş; gençlik. Bizim oynayamadığımız oyunun filmini çekmişler. Çok sıcak bir hikaye. İtalya’nın sevimli, küçük bir balıkçı kasabasında sürgün yaşayan Pablo Neruda ile ona mektuplarını getiren postacı Mario’nun hikayesi. Şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir.(Filmi bilenler için not: Mario’yu canlandıran Massimo Troisi, filmin çekimlerinden dolayı kalp ameliyatını ertelemiş, film bittikten yaklaşık 12 saat sonra kalp krizinden ölmüş.)
22.Aralık.15 Salı
Memlekette savaş var. Boğazımıza kadar kan içindeyiz. Her gün insanlar ölüyor, birileri tutuklanıyor, ahlaksızlık diz boyunu çoktan geçti. Memleketin doğusunda kan var. İnsanlar ölüyor, göç etmek zorunda kalıyor, okullardan öğretmenler çekiliyor, siper olarak kullanılıyor okullar. Asker ve polisler kaçırılıyor, sağlık personeli baskı altında, çocuklar ölüyor çocuklar, var mı ötesi! Henüz başına bir şey gelmemiş olanlarımız da hayatına devam ediyor. İster umrunda olmasın, ister yüzleşmemek için o tarafa hiç bakmasın, ister görsün ama elinden bir şey gelmesin; hepimiz aynı şeyi yapıyoruz sonuçta: sessiz ve etkisiz kalıyoruz. Söylesek tesiri yok, sussak gönül razı değil. Hal-i pür melalimiz budur. Oysa şu anda barış talepleri yükselmeliydi. İş bırakmalar olmalıydı. Meydanlarda barış mitingleri olmalıydı. Olmuyor. Oysa şu anda haykırmamız ve hayata geçmesi için çırpınmamız gereken tek söz şu olmalıydı: SİLAHLAR SUSSUN! Önce bu. Sonra başka şeyler konuşulabilir belki. Ama olmuyor. Memleket dağılıyor. Pazar yerleri gibi. Kan sesleri eşliğinde. Dağılıyoruz.
Onur Çalı