Ey oğullar, işidin! Beni rahatta dinleyin!
Bir baldırıçıplak donsuzun oğlu olan Dumrul Aksu bir kuru çay üzerine bir köprü kurmuş, geçenden otuzüç geçmeyenden kırkdört akçe ister imiş. Bir gün köprüsünde bir keçi ile karşılaşmış, cinleri tepesine sıçramış.
Keçi: Dişi bir keçidir. Bahadır Boğaç Han’ın azgın boğası, cilasun Oğuzhan’ın ejderha Kıyant’ı gibi olay anında yüklüdür, hamiledir. Boğaç boğayı acımadan öldürüp nam kazanır ama sonradan başına gelen belalar hep o doğmamış buzağıların ahıdır denir. Bir astragan huzursuzluğu, bir sütkuzudöner hazımsızlığı. Bir ömür kabızlık. Bir ömür yetmez, bin ömür uğursuzluk. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç, koçtan toklu gelir geçer bu köprüden. Başlarında bir çoban, kepeneğinin cebinde kuru ekmek, bir baş soğan, huyu asabi, soyu Salur Kazan. Deli Dumrul ilişmez onlara. Deli Dumrul’un işi yörüklerle, yörük varsıllığı keçilerle.
Keçiler Korosu:
Gel haberi nerden verelim? Cezayir’den, Fas’tan, Atlaslardan verelim. Buraların keçisi, zeytin ağaçlarını kemirir, Kuzey Afrika’yı, Trablus’u yer, bitirir.
Koyunların arasına saklanır keçi.
Ahırda malakları, köşekleri seyreder.
Kümeste, ağılda tahılların, hububatın üstüne işer.
Yoncayı, samanı zebil eder.
Dağlara tırmanmayı sever, bu haliyle bize benzer. Evliyalar da sever dağları. Dağlara karşı vaaz verirler. Dağa çıkar uzun hava çekerler. Dağlardan inerler zıplaya hoplaya, neşeyle ve Süleyman neşideleri, acemkürdi şarkılarla.
Dağın tepesindeyken eteklerdeki bir karıncayı, karıncanın kıskacındaki daneyi, danedeki toz zerresini görür, tozun kopup geldiği taşı bilirler. Dane, ahırdaki tahıldandır, dünden bilirler.
Kuzeyli tanrıların buyruğunda, orman perilerinin gizli emrindedirler. Doğuda bir çekingenlik, yabanlık vardır tavırlarında. Erliği, erkekliği çok güçlüdür keçinin. Taş gibidir. Sımsıkı. Taşakları bir filinkinden ağır, sağlam. Yumurtalıkları sultan sofrasında “delicacy”. Seçkin, nadir ve “tender” -yumuşak, ipeksi, ağızlarda dağılır. Az tuzlu. Bir dirhem kuyrukyağı ile. Yanında şarap. Şarap bile gidermez içimizdeki keçiye karşı bu kıskançlığı. Yavruları böyle güzel, dişisi böyle soylu ve alımlı olan bir hayvanın erkeği nasıl böyle çirkin olur? Böyle iğrenç kokar? Böyle mütemadiyen abazan gezer? O taşaklar? O karanlıktan daha kara topaklar şeytanın görüngüsü mü? Erkek keçi “erkeç”tir, Türk erkeğidir… nerde okumuştuk bunu? Keçinin ahırda soluduğu hava hastayı sağaltır, sağlamın benzini sarartır, sayrı eder. Nedir sihri? Nedir sırrı bunun? Allahtan daha keskin gözlü derler keçi için, doğru mudur? Perikızlarından daha tutkulu öpüşlü. Günaha batıp çıkmış. Kainattaki masumiyetin tam karşıtı. Kanı öyle sıcak ki irice bir elması erittiği kayda düşülmüş.
Kırk yiğitle düşüp kalkıp üç yüz kafirle güleş tutan Deli Dumrul elde kağıt kalem keçiyi yazarak eski usül tasvir ediyor. Bir Yusuf Ziya portre çalışması, bir Cemal Süreya sureti. Deli Dumrul keçiyi tek kelime ile betimleyecek sıfat bulamıyor. Deli Dumrul bu köprünün bizi öbür dünya ile ayırdığını, öbür taraftan gelip yoluna çıkanın kim olduğunu biliyor. Elindeki boynuzu çalıyor, mahşere davet ediyor. Kimse gelmiyor… O boynuz, o keçinin… Deli Dumrul fersiz gözleri, bulanık sözleri ve elinde keçiboynuzuyla, boynuzun sahibi olan keçiyle köprüde karşı karşıya. Aklında bir mahşer marşı.
Hanım hey! Dünya şirin, can tatlı!
Mahşer, karşımızda bir keçinin hayali ve aklımızdan geçen ama dilimize bir türlü gelmeyen bir marşın sözleri.
Mahşer, buluşmaya kimsenin gelmediği eski dostlar meclisi, kainatta yapayalnız kalışımız.
Mahşer, köprüde karşılaşacak bir tek canın kalmaması.
Alp ozanlar, alnı açık cömert erenler!
Mahşer marşına marş-marş!
İlhan Durusel
Sonbahar 2015