Yazıya klişe bir cümle ile giriş yapmak gerekirse, edebiyat eserlerinin sinema uyarlamaları, iyi okurları hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu etmezler. Çünkü iyi okurlar için sözcüklerin büyülü gücü ile hayal dünyasında çıkılan yolculuklardan alınan tat eşsizdir. Başkalarının hayal gücüyle sinemada görselleştirilen kahramanlar ve dünyalar çoğunlukla o eseri daha önce okumuş olan kişilerde derin bir hayal kırıklığı yaratır. O edebiyat eseri bizi bir başkasının hayal dünyasıyla aldatıyor gibidir o anda. Heyhat biz okurken onları bambaşka düşlemişizdir ve şüphesiz bizim imge dünyamızdaki halleri, sinema perdesindekinden çok daha güçlüdür.
Nabakov’un Lolita’sını sinemaya uyarlamak ise bunun da ötesinde bambaşka bir zorluğu içinde barındırmaktadır. 1997 yılı yapımı Adrian Lyne’in yönettiği Lolita, eleştirmenler tarafından iyi bir uyarlama olarak kabul edilmiş olsa da romanın özündeki bazı esasları yakalamaktan uzak kalmıştır.
Romanın nerdeyse tamamı, başkahraman olan Fransız Dil Profesörü Humbert Humbert’in bir jüri karşısında kendisini savunmasıdır. Dolayısıyla onun kendisini savunduğu, tüm olup biteni sadece kendi bakış açısıyla anlattığı, son derece öznel bir pencereden görürüz. O kadar ki romanda yarım kalan çocukluk aşkını anlatmakla başlayıp asıl peşinde olduğunun çocukluğun masumiyeti olduğuna bizleri ikna eder. Kayıp zamanın ve masumiyetin peşindedir ancak ne yazık ki bunu Proust gibi çaya batırdığı kurabiyenin kokusunun ve tadının hafızasını canlandırması gibi masum bir yöntemle yapamamaktadır.
Lolita romanı, okuyucu ile adeta bir oyun oynar. İyi bir edebiyatçının, bir entelektüelin pek insanca ancak bir o kadar da karanlık olan bir tarafını sergiliyor olması okuyucuyu rahatsız eder ve bununla da kalmayıp ahlaki bir ikilemde bırakır roman boyunca.
Ancak yine de romanda kullanılan tutkulu ve aşk dolu dile, içinde barındırdığı ironiye, karakterlerin çizilmesine hayran olmaktan kendimizi alamayız. En büyük sorun ise kendimizi bir pedofili hastası ile duygudaşlık kurarken buluvermemizdir. Evet, insana ait hiçbir şey bize yabancı değildir belki ama bu kadarı da fazla diye düşünürüz ister istemez. İşin ironik tarafı böyle düşünmek için kendimize müdahale etmek, Lolita’nın sadece 12 yaşında bir çocuk olduğunu kendimize sıklıkla hatırlatmak zorunda kalmamızdır. Zira Humbert, Lolita’yı kendi bakış açısıyla nerdeyse bir femme fatalegibi çizer. Onu ayartan, baştan çıkartan, hatta daha önceleri de cinsel tecrübeleri olan, yalan söyleyen, kurnaz bir çocuktur Lolita. Nerdeyse tüm tacizcilerin büyük vicdan rahatlığı ile söylediği “o da istedi” sözlerini tekrarlar. Lolita’nın cinsel anlamda erken uyanmış bir çocuk olması, kendisi için hafifletici nedendir Humbert’e göre. Kurban olan Lolita değil, onun elinde oyuncak olmuş zavallı, delicesine aşık Humbert’tir. Bizi kendi trajedisine inandırır. Oysa romanın satır aralarında Lolita’nın ne kadar acınası bir durumda olduğunu görmemek imkânsızdır.
Humbert, Lolita’nın üvey babasıdır ve annesi öldükten sonra yaklaşık iki yıl Amerika’da arabayla dolaşıp pek çok otelde kalırlar. Bu yolculuklar boyunca Humbert, Lolita’ya suç ortağı olduklarını, ilişkileri ortaya çıkarsa bir yetimhaneye gönderilerek cezalandırılacağını söyleyerek korkutur. Lolita’nın gidecek bir yeri yoktur. Nasıl ve kimden yardım isteyeceğini bilemez. Humbert onu eski tanıdıklarıyla karşılaşma ihtimaline karşı, annesiyle yaşadıkları şehrin yakınına bile götürmez. Evlerinin satıldığını söyler. Lolita’nın okula başladığı bir şehirde, öğretmenlerinin Humbert’e onun durumu ile ilgili yaptıkları tüm açıklamalar çocuğun yaşıtlarından çok farklı bir ruh halinde olduğunu göstermesine rağmen, tutuculukla körleşmiş öğretmenlerin onun tacize uğradığını anlayamaması toplumsal ikiyüzlülük halini çok güzel göstermektedir. Oysa tutkusunu frenleyemeyen Humbert, jüriye yazdığı bu savunmada Lolita’nın kendisinden hamile kalıp bir kız çocuğu doğurması halinde onu da taciz etmekten geri durmayacağını ağzından kaçırabilmektedir. Hem romanın hem de filmin sonunda, Humbert’i reddeden 17 yaşındaki Lolita ilk defa kendini doğrudan ifade eder ve şu cümleyi söyler: “Sen hayatımı yıktın.” Bu durumda bile Humbert’in reddedilmekten kaynaklı acısını okuruz uzun uzun.
Film, yukarıda bahsi geçen ve Lolita’nın dramını yansıtan sahnelerden çok daha fazla Humbert’in bu tutku ile kendini mahvetme haline odaklanır. Şüphesiz bu hali ile de romana oldukça sadıktır. Ancak “lost in adaptation” (uyarlamada kayıp) denilebilecek durum tam da bu roman ve film için geçerlidir. Satır aralarında bahsedilen, istismara uğrayan, çaresiz 12 yaşındaki çocuk yerine ısrarla bir popüler kültür imgesi haline getirilen bir çocuk-kadın, baştan çıkarıcı Lolita’yı görürüz film boyunca.
Humbert’in asıl trajedisi, peşinde olduğu çocukluğun o saf ve masum cennetine geri dönmek çabasıyla tuttuğu yolun, bizzat o masumiyet çağını yerle bir etmiş olmasıdır.
Funda Mendeş