11.Ocak.16 Pazarertesi

Hafta sonu True Dedective’in ilk sezonunu ve The Intern’ü devirdim.

True Dedective’de, çok da numarası olmayan, sıradan bir polisiye hikayeyi çok iyi kurguyla bütün bir sezona (8 bölüme, 8 saate) yaymış adamlar. Bizim yerli diziler, benzer konuları bir bölümde yutup sindiriyor. Bu arada, bazı adamlar çok güzel sigara içiyor ve hakikaten özendiriyorlar. Deliliği, adalete olan takıntısı, acılarla dolu şahsi geçmişiyle Bizim Behzat amiri anımsatan dedektif Rust’u oynayan Matthew McConaughey öyle bir Camel içiyor ki, Tom Robbins görse Ağaçkakan romanını yeniden yazardı.

The Intern ise yaşayan bir efsane oyuncuyu, Robert De Niro’yu izleme keyfi sunuyor. Soyu tükenmekte olan, kumaş mendil taşıyan eski adamlar neslinin eğlenceli bir üyesini canlandırıyor R. De Niro.

* * *

Anour Brahem’in The Astounding Eyes of Rita albümünü dinlediniz mi hiç? Buradan yakabilirsiniz. Özellikle “Galilee Mon Amour” ve “For No Apparent Reason” adlı enfes parçalara dikkat diyorum!

* * *

Lügat 365’den haberdar mısınız? Sosyal medya hesaplarından, 2015 boyunca her gün bir güzel kelime paylaşmışlardı. Ve fakat ben mi yeni fark ettim yoksa baştan beri böyle miydi; kendilerini acayip bir biçimde paraya çevirmeye uğraşıyorlar. Rakı bardakları üzerinde logo olmak mı dersiniz, güzel kelimelerinin basılı olduğu çantalar, bardak altlıkları mı dersiniz! Böyük yayınevlerimizden biri de kitaplaştırmış 365 kelimeyi. Güzel baskı, güzel kitap olmuş amma tuzlu biraz, biraz! Kapitalizm her güzel şeyi kendine mal (hem mal hem mâl) ediyor, farkında mısınız? Neyse, kelimelerin güzelliği baki ve neyse ki kimseye ait de değil!

* * *

Giriş taksimi: Kedilerle aram çok dalgalı bir seyir izlemiştir. Dürüst olacağım; yıllar boyunca korktum onlardan. Köpeklerden hiç korkmadım ama kedilerin o sinsi ve kendilerinden daha tehlikeli bir şeyi imleyen suratları beni hep ürkütmüştür. Fakat yıllar içerisinde bir kediyle aynı odada uyuyabilecek kıvama bile geldim. Yine de, son zamanlarda çok popüler bir hal alan kedi seviciliğini çok anlıyor değilim. Çünkü o tür bir ilişkide kedinin ne kadar rızası var, emin değilim.

Taksim şundan; Amerikalı bir illüstrasyon sanatçısının “Kedisiyle Yaşayan Kadınlar” temalı işlerine rastladım. Güzel. En dikkat çekici yön ise, bizdeki kedili kadın imajından epey sıyrılmış bir dünyası var sanatçının. Ve fakat kedi çizimiyse konu, Burcu Firdevs Demirağ’ı tek geçerim. İşlerinden yalnızca bir tanesini paylaşmak isterim: Van Gogh Kedi(si).

dbeef-d095d608-0591-47ed-90e3-d52426a32996.jpg

Polisiye severim. Derya deniz bir polisiye okuru muyum? Hayır. Ama seviyorum ve hani bitmesini istemediğiniz bir şeyi tüketmekten imtina edersiniz ya, polisiye edebiyat karşısında durumum tam da öyle.

Polisiye türünün edebiyata dahil olup olmadığı gibi eskimiş bir tartışma, adı üstünde, hem eskimiş hem de edebiyat içre olmayan bir tartışma. Üstelik polisiye türünde yazmak, sanıldığının aksine, çok da kolay değil. Deneyin de görün! Ben iyi bir polisiye öykü yazmayı çok isterdim ama dediğim gibi zor iş.

Bu giriş taksiminin nedeni de, Türkiye’nin ilk polisiye edebiyat dergisi 221B. İsminin nerden geldiğini bilmeyecek kadar uzaksanız polisiyeye, okumayı bırakabilirsiniz. Derginin en önemli özelliği ilk olması değil zaten; hem ilk hem de nitelikli olması. Yolu açık olsun!

* * *

“Ey tatlı yalnızlık! Seni sevenlerin başını döndüren o güzellik şarabından ben de içtim. Can sıkıntısına kapılmadan yalnız başlarına bir tek gün bile geçiremeyenlere, kendi kendisiyle konuşmaktansa, gerektiğinde aptallarla konuşmayı yeğleyenlere ne yazık!” (Xavier de Maistre, Odamda Seyahat)

Metinlerarası yardıralım. Bir kısmı la edri yahut anonimdir, sahabısı olanları da siz bulunuz:

“Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.”

“Cahille sohbet edeceğine ısırgan otuyla taharet et.”

“Dinle sözüm al nasihat/Dağları da kış incitir/Cahil ile etme sohbet/Her sözü bir baş incitir.”

“Cehalet öyle binektir ki, üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder.”

“Cahillerle tartışmaya girmeyin, zira ben hiç yenemedim!”

“Alim ile sohbet et, alırsın mertebe; cahil ile sohbet etme, dönersin merkebe.”

“Alim ile sohbet etmek lal-ü mercan incidir/Cahil ile sohbet etmek günde bin can incitir.”

Es: Elbette, aptal ile cahil aynı şeyler değil ama çok da uzak sayılmazlar.

Devam: Şeyh Sadi Şirazi “Gülistan” adlı eserinde cahilin vasıflarını sıralamış diyorlar. Ben birkaçını aldım sadece:

“Faydası olmayan şeylerden konuşurlar.”

“Sırrı korumayıp ifşa eder ve yayarlar.”

“Dostunu ve düşmanını birbirinden ayıramazlar.”

“Merhametsiz ve vicdansızdırlar. Hoşgörü onları bırakmıştır.”

“Kindar olup fitne ve fücur çıkarmayı severler.”

“Dünya nimetleri için el etek öpmeyi çok severler, utanmazlar.”

“Nezaket ve letafet onlara hiç değmemiştir, olmamış meyve misali hamdırlar!”

Velhâsıl-ı kelâm

Çororo der ki vallahi hiiiç yoramam kendimi,
kısadır ömrüm.
Çok sorup da bunaltırlarsa beni,
kusura bakma derim:
İnan sana değil kastım, cahille sohbeti kestim.

12.Ocak.16 Salı

Spotlight da Kilise’nin çocuk istismarıyla ilgili bir film. Bir gazetecilik filmi olarak da izlenebilir elbet. Ayrıntıları yazmayayım ama eli yüzü düzgün bir film olmuş. Öte yandan, Diyanet’in malum fetvası, True Dedective’in ilk sezonu derken pedofili ve çocukların cinsel istismarı sardı dört bir yanımı. Ne kötü şeyler oluyor dünyada. Ne fena şu insan denilen mahluk!

Not: Kilise’nin çocuk istismarı hikayeleri, malumunuz, epey fazla. Spotlight “film gerçeklere dayanmaktadır” gibisinden bir notla açılıyor. Rasgele bulduğum şu habere bakın, filmdekine çok benzer.

* * *

Biz sadık okurları, kitapperestleri, hemen okumayacak olsa bile bazı kitapları hemen almak isteyenleri internet kitapçılarının eline düşürenler utansın!

Niye mi? Artık gerçek bir kitabevi bulmak çok zor. Gidip kitapçıyla sohbet edebileceğiniz, az çok kitap okuyan insanların çalıştığı yerlerden bahsediyorum. Hem de aradığınız kitaba ulaşabildiğiniz, sizin için istediğiniz kitabı hızlıca getirten kitapçılardan… Ben Ankara’ya geldiğimden beri (since 2002) önce kafe-kitapçı denen o ucube türe sonra da tamamen cafe’ye ya da şimdilerin modası olan kahveci bilmem nelere dönüşen kitapçılar oldu. Yazık. Kalanlar da tam bir market havasında. Çalışanlar canından bezmiş, kitapla alakasız tipler genellikle. Ankara’nın klasiği Dost Kitabevi söz gelimi, zaten süpermarket gibiydi, son haliyle hipermarket olmuş. İmge deseniz, neresi kafe neresi kitapçı belli değil ama yine de ehven-i şer. (Seyrek Yağmur’u sormak için gittiğimde, çalışanlardan biri o kitap iki üç haftaya ancak gelir dedi, düşünün.)

İlk aklıma gelen, halen hakiki kitapçı olan bazı yerleri yazayım. İstanbul’u bilmem, bilmek de istemem; Ankara ve İzmir’de bildiklerimi, gördüklerimi, hatırladıklarımı yazıyorum.

Ankara İçin Kitapçı Vakti: Birleşik, Turhan (dergi için), eski İhtiyar, İmge (eh işte)

İzmir İçin Kitapçı Vakti: Kedi, Yakın, Pan (uzun süredir görmedim ama eski hali iyiydi)

* * *

Seyrek Yağmur bir BB el clásico’su. Kitaba nihayet ulaştığımda bir çırpıda, ama bazı yerleri defalarca okuyarak ve notlar alarak, çok az kişinin bilebileceği ayrıntılara hakim olarak, büyük bir keyifle okudum. Evet, bir klasik Seyrek Yağmur, Barış Bıçakçı’nın kendine has dokusu bu kitapta da aynıyla vaki. Ve fakat, farklılıklar da var. Bu kitabın bir hikâyenin içinde olmaya çalışan karakteri Rıfat, kendine has bir eylemlilikte bulunuyor. Günleri aynı kaba doldurmaya çalışıyor, elinde emaye kap ile seyrek bir yağmurun peşine düşüyor, ölmüş şairlerle mektuplaşıyor ve şiirli bir mücadeleye girişiyor. Hayata karşı, kendine karşı, zulme karşı zarif ve şiirli bir mücadele…

* * *

Sakın Şaşırma

Lipton Yellow Label çayın 100’lük demlik süzen poşetli olanından alırsan, içinden iki tane ayraç çıktığını göreceksin.

Onur Çalı