Tom McCarthy tarafından yönetilen Spotlight, Amerikalı eleştirmenler tarafından 2015’in en iyi filmi seçildi ve Oscar’ın da yakın adaylarından biri oldu. Film gerçek Spotlight ekibinin hikayesini anlatıyor. Hatta The Globe gazetesi, filme konu olan haber dizisi sayesinde 2003 yılında kamu hizmeti dalında Pulitzer Ödülünü de kazanmış.

3b4a3-spotlight-feat

2001 yılında The Boston Globe gazetesine yeni gelen editör Marty Baron (Liev Schreiber), gazete bünyesinde yer alan “Spotlight” araştımacı gazetecilik ekibinden, sübyancı bir papaz ve Boston Başpiskoposu hakkında çıkan bir cinsel taciz haberini araştırmalarını ister. Mağdurlar ile görüşen ve daha önce mahkemeye yansımış olan davaların izini süren Michael Rezendes (Mark Ruffalo) bazı belgeler keşfeder ve olayların tahmin edilenden daha büyük boyutlu olduğu, kilisenin de bu olayları, bazı hukuk adamları ile birlikte sistemli bir şekilde, yıllardır ört bas ettiği ortaya çıkar.

Filmde, gazetecilerin yaptıkları görüşmeler boyunca, mağdurlar kaç yaşına ve hangi sosyal statüye gelmiş olurlarsa olsunlar, yaşadıkları acı ve utancın büyüklüğüne tanık oluruz. Çocukken yaşananlar yetişkin olduklarında da peşlerini bırakmamış ve tüm hayatlarını etkileyen bir travma haline gelmiştir. Bununla birlikte, mağdurların başlarına gelenleri anlattıkları bütün bu zor sahneler, herhangi bir melodrama, duygu sömürüsüne düşmeden verilir. Dindar insanların olayları öğrendikçe yaşadığı hayal kırıklığı, kilise ve inancı birbirinden ayırma çabaları, yoksul aileler üzerinde kurulmuş olan kilise otoritesinin kötüye kullanılması, kendisi de bir zamanlar tacize uğramış olan bir rahibin cinsel istismarı normal olarak algılaması, kilisenin olayların üstünü kapatma çabaları vb. pek çok olay bir belgesel havasında anlatılır.

Film, kilisenin yozlaşması ile birlikte, özünde iyi bir gazetecilik hikayesi anlatıyor. Araştırmacı gazeteciliğin, hakkıyla yapılması ve gerçeklerin peşinden gitmesi halinde, daha güçlü kurumlar ve devlet aygıtları karşısında ne denli büyük bir güç haline gelebildiğini görüyoruz. Bununla birlikte, bizimki gibi bir ülkeden filmi izleyince gazetecilerin önüne çıkan engellerin herhangi bir şiddet içermemesi de şaşırtıcı oluyor. Ekip üyelerinin pek çok kez bu işi kurcalamamaları konusunda uyarılmalarına, karşılarına hukuki engeller çıkarılmasına rağmen işsiz kalmak ya da şiddetle karşılaşmak gibi varoluşlarını doğrudan tehdit eden risklerle yüz yüze gelmediklerini görürüz. İlginç bir şekilde, o güne kadar ekibi engelleyenin, dışarıdan bir tehdit değil de aynı cemaatin içerisinde yetişmiş ve yaşıyor olmanın getirdiği bir körleşme olduğunu fark ederiz. Her ne kadar seküler bir hayat sürmekte olsalar da Spotlight ekibinin tüm üyeleri çocukken birer Katolik olarak büyütülmüştür. Olaylar geliştikçe aslında zamanında önlerinde durmakta olan bu hikayenin üzerine kendilerinin yeterince gitmemiş olduklarını şaşkınlıkla fark ederler. Hatta davalara bakan bir avukatın yıllar önce gazeteye göndermiş olduğu belgelerle hiç kimse ilgilenmemiştir. Yıllardır süregelen, sistemli ört bas etme olaylarında kilise yönetimi, hukuk adamları ve eyalet yöneticileri kadar medyanın kendisi de farkına varmadan bir suç ortaklığı içinde olmuştur. Gözlerinin önünde duranı göremediklerini fark etmek gazetecilerin kendileri için de sarsıcı olur.

Son taciz olaylarında mağdur avukatı olan Ermeni kökenli Mitchell Garabedian (Stanley Tucci) bu durumu bir sahnede gazeteci Michael Rezendes’e şu şekilde anlatır: Boston, geri kalan herkese kendisini yabancı hissettiren bir şehirdir (başka bir sahnede büyük bir köy olduğundan bahsedilir). Gazetenin başına ancak, “köyün yerlisi olmayan” Yahudi kökenli Marty Baron editör olarak gelince bu cemaatin saygın bir kurumu olan kiliseye dönüp dikkatlice bakılabilmiştir. Mitchell Garabedian da, bir Ermeni olduğu için, mevcut hukuk sistemi içerisindeki diğer avukatlardan farklı bir bakış getirebildiğini düşünür. Neredeyse herkesin az çok bildiği, “kasabanın sırrı” haline gelen taciz hikayelerinin üzerine gidebilmek ancak o kasabanın dışından gelen yabancılar için mümkün olabilmiştir. Genellikle içine doğduğumuz kültürü, sistemi normal zannediyor, bilinçsiz de olsa bazı sorunları, çemberin dışına çıkamadan göremiyoruz. Filmin bu alt metni, ön planda anlatılan pedofili ve kilisenin örgütlü suistimalinden daha ilgi çekici görünüyor. Özellikle çoğunluk-çoğulculuk tartışmalarının yapıldığı bu günlerde, azınlık bakış açısına sahip olmanın bir demokrasi için ne denli kıymetli olduğunu göstermesi bakımından önemli. Aynı zamanda % 98’inin müslüman olduğu söylenen ülkemizde din adı altında yaşanan yozlaşmalar karşısında “Müslüman adam yapmaz, İslam’da öyle şeyler olmaz” söylemleri de akla gelmiyor değil.

Kendi küçük kasabamızın dışına çıkabilmemiz dileğiyle, iyi seyirler.

Funda Mendeş