Geçtiğimiz yıl Orhan Kemal roman ödülünü Hırsız ve Burjuva’ya verdiler.
Sevindim tabii.
Fakat bin türlü çekingenlik haliyle edebiyat âlemine atılma cesareti göstermiş biri olarak, acaba bir yanlışlık mı yaptılar diye düşünmedim de değil…
Bereket versin, Orhan Kemal’in sevgili çocukları Yıldız Hanım, Işık ve Nazım Beyler, kıymetli jüri üyeleri ve toplantıya katılanlar bana bu ödülü hak etmişim gibi davrandılar da, doğuştan sahip olduğum hak etmemişlik duygusuyla baş etmem mümkün hale geldi…
Aslına bakılırsa tören, benim gibi bu işlerden sıkılan biri için bile eğlenceliydi.
Genç bir arkadaş Orhan Kemal’in bir öyküsünü oynadı. Sonra Salih Kalyon abimizin konuşmasıyla iyiden iyiye gevşeyip rahatladım.
Daha sonra kürsüye çıkan iki arkadaşsa, herhalde çok gerekiyordu ki, laf arasında Orhan Pamuk’a giydirmeye başladılar. Ortada utanılacak bir şey olduğunu düşünüp başımı önüme eğdim. Aynı ödülü daha önce almış birinin arkasından konuşulmasını pek şık buldum doğrusu! Onlar konuşurlarken Orhan Pamuk’un iyi bir yazar olduğunu, yalnızca kendi dertlerini değil, memleketin dertlerini de zihnimize sokmayı denemiş ve başarmış olduğunu düşündüm.
Ama ne yazık ki, bunu orada dile getiremedim.
Hazırcevap biri olmadığımdan mı, yoksa konuyu tekrar açmanın ve laf yetiştirmenin bir fayda sağlamayacağına inandığımdan mı, bilmiyorum. Belki de yalnızca heyecanlı olduğum içindir…
Kürsüye çıktığımda kan ter içindeydim. Trafiğe takılmış, töreni yarım saat kadar geciktirmiştim. Hazırlığını yaptığım konuşmadan aklımda tek bir cümle kalmamıştı…
Kısacası en hafif deyimle bir beceriksizlik timsaliydim…
Duruşumda bile beceriksizdim…
Ödül töreninin ertesi günü birkaç gazetede yayınlanan fotoğrafa baktım. Nazım Bey’le yan yanayız. O konuşuyor, ben ellerimi göbeğime bağlamış, emir kulu gibi duruyorum. Tanımadığım bir arkadaş, Twitter’da bu duruşu eleştiren bir şeyler yazmış. Duruşumu fazla doğulu, fazla ezik bulmuş.
İşin gerçeği hakikaten eziliyordum…
Bu belki bir kişilik bozukluğudur. Bazıları övüldüklerinde, göklere çıkarıldıklarında, eski çağların Rodos’undaki Zeus heykeli gibi dururlar. Ben duramıyorum. Eziliyorum.
Tören konuşmam, pek belâgat sahibi sayılamayacağımdan biraz sönüktü. Hazırlanmış olduğum metne sadık kalsaydım, eminim ki daha sönük olurdu.
Bu gibi durumlarda çocukluk anılarının kurtarıcı olduğunu bir yerlerde okumuştum.
Ben de ya Allah deyip çocukluğumun ipine sarıldım. Konuşmaya, okuduğum ilk üç kitaptan bahsederek başladım.
Bunlardan biri Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’ydı. Herhalde beş yüz kere okumuş, her okuyuşumda da çocuk kahkahalarıyla gülmüştüm.
İkinci kitabım Pierre Louys’in Afrodit’iydi… Dokuz yaşında bir çocuk için biraz ağır ve itiraf etmem gerekir ki, azıcık erken bir kitaptı.
Erotikti… Ama yazılanları anlamıştım.
Üçüncü kitapsa Orhan Kemal’in Baba Evi’ydi. Gerçekliğe hoş geldiniz diyordu…
Orhan Kemal’le asıl tanışmam 72. Koğuş aracılığıyla oldu…
Lise yıllarında, yaz aylarında tatil yapacağımıza nedense tiyatro yapıyorduk. Tiyatro yapmak bedavaydı. Oyunu, şimdinin önemli tiyatro adamı Metin Balay yönetiyordu. Müzisyen Taci Uslu, şair Halim Yazıcı, tarihçi Cemil Koçak; hepimiz rol arkadaşıydık… Daha çocuk sayılırdık ve tabii ki oyunu sahnelemeyi başaramadık… Ama bir metni didik didik etmeyi, Orhan Kemal’i ve Türkiye gerçeğini tanımayı ben sanırım o oyunda öğrendim. Yazmaya da o günlerde heves ettim. Orhan Kemal’in öykülerini okumaya, onunkilere benzeyen öyküler yazmaya başladım…
Törendeki konuşmamda bunlardan bahsettim.
Ertesi gün Hürriyet gazetesinde, bu konuşmadan da söz eden bir haber yayınlandı.
Çocukluğumda okuduğum ilk üç kitap var ya… Hababam Sınıfı, Afrodit ve Baba Evi…
Bu haberde onlardan biri yoktu; Pierre Louys’in Afrodit’i…
Kendi kendime sordum. Pierre Louys’i kim yedi? Kim görmezden, duymazdan geldi? Bu bir muhabir hatası ya da baskı hatası olabilir miydi? Gazetelerde arada bir böyle gülünç şeyler oluyordu.
Aklıma tiyatrocu Cezmi Baskın’ın iki lafın birinde Brad Pitt’ten “alıntı yaptığı” bir röportajı geldi. Ulan n’oluyor demiştim, Cezmi Abi kafayı mı yedi? Brad Pitt’in tiyatro hakkında yazdığı bir kitap da yok ki okuyup alıntı yapsın…
Sonra aklım suya erdi…
Röportajcı hanım kızımız, Cezmi Abi Brecht dedikçe, bunu Brad olarak not almış olmalıydı…
Peki Pierre Louys’i, Afrodit’i, o erotizmin büyük kitabını kim yedi?
Sayfa editörü mü yedi, Aydın Doğan mı? Muhabir yolda mı düşürdü, dizgici mi uyudu, yazı işleri mi uyandı?
Kim yedi söyleyeyim; Anadolu Ajansı.
Zat-ı namuhteremin biri, Afrodit’in bir haberde adının geçmesine herhalde tahammül edemedi. Ya da Afrodit’ten tırstı.
Sen kalk Orhan Kemal’den tırsma, Rıfat Ilgaz’dan tırsma; Afrodit’ten tırs!
Olacak şey mi?
Hüsnü Arkan
Bavul dergisinin 4. sayısında yayımlanmıştır.