23.Şubat.16 Salı
Gard dergisinin internet sitesi için Ayın Öyküsü diye bir köşe hazırladım birkaç ay. Her ay bir öykücü arkadaşımı kısaca tanıtıp kitabından bir öyküyü yayımlıyorduk. Sonra ben su koyverdim. Onlar da birkaç ay daha devam edip bitirdiler sanırım. İyi bir öykü okumak isteyenler için, dedim kendi kendime, bari Dünlükler’de link vereyim. Orada konuk ettiğim birkaç ismi, burada da anayım. İkinci konuğum, Hakkı İnanç imiş (Kasım 2014). İşte burada.
* * *
Savaşın anlamsızlığını, saçmalığını ve kötülüğünü yazmak sanıldığı kadar kolay iş değil. Hele ki sürekli bir savaş durumunun ortasında yaşarken. Dilsizdere Çıkmazı’nda denemiştim, ne kadar oldu bilmiyorum. Italo Calvino Sen “Alo” Demeden Önce adlı kitabının girişinde şöyle diyor: “Ahlaksal öykü zulüm dönemlerinde yazılır. İnsan düşüncelerine açık ve net bir biçim veremediği zaman kendisini öyküler aracılığıyla ifade eder.” Kuşkusuz, insan düşüncelerine açık ve net bir biçim verebildiği zaman da öyküler aracılığıyla ifade eder kendini. Ama düşüncelerle dolu bir bildiriden çok daha fazla etkilidir belki bir öykü, kimbilir! En azından bu umudumuzu harlatmamız lazım. Calvino’nun bahsettiğim kitabındaki Vicdan adlı öykü, bu umudu harlatacak bir örnek. Dino Buzzati’nin “Tanrıyı Gören Köpek” kitabında yer alan Savaş Türküsü de hakeza.
* * *
Sait Faik bir mektubunda şöyle diyor: “Yazdığım şiirler var. Hikâyeye benziyor derler. Kendimizden başkalarına yazdığımıza göre kulak asmamak olmaz. Ben de hikâye gibi şiir yazacağım yerde şiir gibi hikâyeyi –eğer hakikaten öyle ise– tercih ettim.”
Kendimizden başkalarına yazdığımıza göre… yani, yazmasa değil yayımlatamazsa deli olur insan. Bir adım ötesi, yayımlattığında yeteri kadar ilgi görmezse de delirir insan. Ah bu yazan insan türü, tuhaf şey.
Başka bir yerde de şöyle demiş Sait abi:
“Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”
24.Şubat.16 Çarşamba
Galeano’nun yeni kitabı yayımlandı: Kadınlar. Bu kitap, Galeano’nun daha önce yayımlanmış yedi kitabından seçilen kadın portrelerini içeriyor. Zeynep Sönmez’in “Ve Günler Yürümeye Başladı” hakkındaki yazısında çok güzel biçimde tariflediği üzere, bu metinler için de gerçek-öykü denebilir. Kadınlar hakkında gerçek-öyküler.
Galeano’nun unutulmasın için yazdığı bu kadınlardan birini ben ilk defa duydum: Sükeyne. Sükeyne, Hazreti Muhammed’in torunu Hüseyin’in kızı. Galeano, Sükeyne’nin kadınların peçe kullanmasına karşı çıktığını, hatta itirazını yüksek sesle dile getirdiğini yazmış. Ve eklemiş: “Sukeyne beş kez evlendi ve bu beş evliliğinin hiçbirinde kocasına boyun eğmeyi kabul etmedi.”
Bunu okuyunca biraz araştırdım ve Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisinden bazı bilgilere ulaştım, ordan yola çıkarak dilim döndüğünce biraz anlatayım size bu hatunu. Sükeyne, “duygulu, asalet sahibi ve zeki” bir kadınmış. Evini ilim ve sanat faaliyetleri için, tabiri caizse, halka açmış. “Başta Medine olmak üzere önemli şehir merkezlerinde yaşayan” Sükeyne’nin evi zamanının şairlerinin uğrak yeriymiş. Şair atışmalarında hakemlik yapması istenirmiş ondan. Ansiklopediden aktarıyorum: “Dönemin şairleri Sükeyne’nin şiir bilgisine güvenir, kendisine şiirlerini takdim edip tenkitlerini almak ister ve eleştirileri doğrultusunda şiirlerini düzeltirlerdi. Sükeyne aynı zamanda şairleri cömert bir şekilde ödüllendirirdi. Onun, kendisi görünmeden şairleri görebileceği bir şekilde oturma düzeni oluşturularak şiir okuttuğu ve şiir sahibine yüklüce para verdiği rivayet edilir.” Size de birini anımsattı mı? Evet, biraz bizim Nahit Hanıma benzemiyor mu sizce de? Pre-Nahit Hanım.
Evliliklerinden birinin öncesinde bazı şartlar öne sürmüş. Bugünlerde biz fanilerin magazin basınındaki ünlülerden duyduğumuz evlilik sözleşmesi gibi bir şey. Müstakbel kocası Zeyd’in başkasıyla evlenmemesi, kendisinin malî ve sosyal konularda serbest hareket etmesi, istediğiyle görüşebilmesi gibi maddeler ekletmiş bu sözleşmeye. Hey, 1400 yıl öncesinin Arap yarımadasından bahsediyoruz burada. Erkeklerin evlenecekleri kadın sayısının dörtle sınırlandırıldığı bir toplumda yaşamış bu kadın. Ağzım bir süre açık kaldı benim bunları öğrenince. Ne enteresan kadın değil mi? Oysa bu yaşıma kadar hiç duymadım ben. Nedeni büyük oranda benim cahilliğim elbette ama sanki biraz da böyle kadınların varlığının çok duyulması istenmiyor olabilir mi? Hem inançlı hem de özgür olunabileceği fikrinden korkulduğu için olabilir mi? Neyse efendim, feminist ve müslüman bir kadın olsaydım, kızıma hiç tereddütsüz Sükeyne adını verirdim vallahi!
25.Şubat.16 Perşembe
Bugün Sabahattin Ali’nin doğum günüymüş. Seneye 100. doğum yılı cayırtısı koparırlar elbet. Biliyorsunuz, tüccar dergiler ve yayınevleri, köşe yazarı kılıklı kitap tanıtıcıları böyle fırsatları hiç kaçırmazlar ve hemen başlık atarlar ya, biz de atalım dalgasına…
Sabahattin Ali 99 Yaşında!
1. Doğumunun 114. yılını kutladığımız Nazım Hikmet’in radyo konuşmalarını, yazılarını, söyleşilerini içeren YKY etiketli Yazışmalar kitabında Nazım, S. Ali’den de bahsediyor. Önce “Kağnı” hikayesini pek sevdiğini söylüyor, sonra: “Sabahattin Ali bizim Türk edebiyatının büyük şehididir, hürriyet için, milli bağımsızlık için dövüşen Türk halkının büyük şehidi… Ve zannediyorum ki, bizde gerçek halk edebiyatının da ilk kurucularından biridir.” diyor. Ve ekliyor spikere seslenerek: “Kuzum şu ‘Kağnı’yı okuyuverin.”
2. Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım adlı anı kitabından: “Sabahattin Ali’yi ta Resimli Ay zamanından tanıyordum. 1930’lu yıllarda Almanya’da öğrenimden yeni dönmüştü. İstanbul’a gelir gelmez ilk işi Resimli Ay’a gelip bizlerle tanışmak olmuştu. Kısa boylu, sarışın, sevimli bir gençti. Pırıl pırıl yanan mavi gözleri vardı. Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığmayan, cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam, büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nâzım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüş, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı. Sabahattin Ali, ilk hikâyelerini Nâzım’ın teşvikiyle yazmış ve bu hikâyeler ilk defa Resimli Ay’da yayımlanmıştı.”
3. Sabahattin Ali, malumunuz, iyi bir şair değil. Ortodokslar için yumuşatalım: Romancılığı ve öykücülüğü kadar iyi değildir şairliği. Ve fakat birçok şiiri şarkı yapılmıştır. En meşhuru da, malumunuz, Aldırma Gönül olarak bildiğimiz Hapishane Şarkısı V adlı şiiridir. O da sert gelir, yumuşatırız; siktir çekilen allahı sitem yollanan allah şekline sokarız ya neyse, meramım şu: Keşke bu adam, mahpusa düşmeseydi de yoksun kalsaydık bu şarkılardan. Peki, neden düşmüş mahpusa S. Ali, biliyor musunuz? Yazdığı bir şiirde Cumhurbaşkanı Atatürk’e hakaret etmekten. Yani, o zamanlar da pek farklı değilmiş bugünlerden. (Yazdığı hakaret dolu şiir için bknz: Kurmaca Biyografiler)
Asıl kötülük, mahpustan çıktıktan sonra S. Ali’nin Atatürk sevgisini göstermek için yazdığı şiirdir. Çünkü azledilmiştir memuriyetten, bu “leke”yi temizlemesi gerekmektedir. Kötülük hem bu şiirin kendisidir hem de S. Ali’ye bu şiiri yazdırtan baskı ortamıdır:
Benim Aşkım
Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Daha pek doymamışken yaşamanın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına.
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin “Ülkü” adıyla beynimde dimdik duran.
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye.
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
* * *
Bugünkü Cumhuriyet’ten Behiç Ak’ın çizgisi, doğru söze ne denir ki!
26.Şubat.16 Cuma
DÖRT KISA ÇÖP
Çok Yaşamak
“Çok yaşamaya kafayı takmış biri içki ve sigara kullanır mı sence, hı?”
Birkaç saattir konuşuyorduk. Zaman zaman, egolarımızı maharetle cümlelerimizin içlerine saklayarak düşüncelerimizi çarpıştırıyorduk. Hararetleniyorduk. Sonra işi geyiğe vurup gülüşüyorduk. Yaşlılık, çok yaşamak, genç olmak, genç ölmek üzerine süren tartışmamız “İnsan öleceği günü bilse ya da en azından öleceğini unutmadan yaşasa, acaba nasıl yaşardı?” gibi ara sorularla çeşitlenmiş ve fakat sohbet, eninde sonunda hep olduğu gibi, kendimizi anlatmaya dönüşmüştü. Turuncu bir ışık sızıyordu perdelerden. Mutfaktan ikinci biraları getirdiğimde odaya çöken sigara dumanının turuncu ışıkta çok tuhaf bir görüntü oluşturduğunu fark ettim ama bunu ona söylemedim. Koltukta kaykılmış, çıplak ayaklarını sehpaya dayamış sigarasını tüttürüyordu.
Uzun yaşamak istediğini söylediğinde, Canan Karatay’ı dinle uzun yaşarsın, hatta hiç ölmezsin dedim. Sinirlendi. Kara-tay, diye yineledim muzipçe, altılıda kara-taya oyna, gerisine hiç kafa yorma! Güldü ama siniri geçmemişti. Çok yaşamak isteyen insan konumunda olmak zoruna gitmişti sanırım. “Çok yaşamaya kafayı takmış biri içki ve sigara kullanır mı sence, hı?” diye sordu hiddetlenerek. Kullanır, hem içki sigara kullanıp hem de çok yaşamak istiyor olabilir, ya şuursuz ya da fazla talepkardır, diye düşündüm ama bunu da söylemedim ona. Sorusuna cevap beklemiyordu zaten. Evet, haklısın dedim. Sustuk içeri sızan turuncu ışığın içinde, biralarımızı içtik.
Özlem
“Nasılsın?”
“İyiyim ama o gittiğinden beri dişim sızlıyor. Yerinde olmayan bir dişim, ağzımın boşluğu sızlıyor.”
Yakarış
Allaha yakardı kaplumbağa: Allahım sen bizi yavaşlık yolundan ayırma!
Sessiz Kalmak
Kral da seslendi tanrıya: Eyy tanrı, senin ölüm emrine sessiz kalırım ancak kabul etmek, uymak, saygı duymak zorunda değilim!
27.Şubat.16 Cumærtesi
Haldun Taner 101 Yaşında!
1. Yukarıda bahsettiğim Yazılar kitabında, yine Budapeşte Radyosu’ndaki konuşmalarının birinde Nazım Ay Işığında Çalışkur için “güzel” diyor. Spikerlerin bu kitaptan bir bölümü (Melahat ile Nuri’nin kısmı) okumalarının ardından da ekliyor: “Çok güzel değil mi? Nasıl bizim Türk işçisinin mükemmel tarafını veriyor! Ne güzel!”
2. Melih Cevdet Anday’ın yazılarının ve söyleşilerinin derlendiği Açık Pencere kitabında “hikayeci Haldun Taner’le” yaptığı bir söyleşi de yer alır (1953 yılında Akşam’ın Sanat Edebiyat Eki’nde yayımlanmış ilkin).
Sorar Melih Cevdet Bey: Yeni eserleriniz var mı?
Cevaplar Haldun Taner: Oynatılmayan piyesimi bastırıyorum. Elbet bir tiyatro eseri önce oynanmak için yazılır. Ama bugün sinema ve tiyatro kapıları genç yazarlara kapanmış gibidir. Bu güçlükler karşısında, yazarlarımız, halk eğitimi bakımından görevlerini nasıl yapsınlar?
Zeynep Oral ile yaptıkları, Mayıs 1983’te Milliyet Sanat’ta yayımlanan söyleşide de şöyle buyurmuş Haldun Taner: “Gerek hikâyelerim gerek piyeslerim işledikleri temalar ne kadar entelektüel olurlarsa olsun herkesin anlayabileceği halkçı bir üslupta olduklarından, okurlarımla ve seyircilerimle candan bir ilişki kurabildim, sevgilerini kazandım.”
3. Ankara DT’nin Küçük Sahnesi’nde izledim Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyununu. Tam da söyleşilerinde bahsettiği gibi, “halkın anlayabileceği” şekilde “halk eğitimi”ni önde tutarak yazdığı bir oyun belli ki. Ama eğlenceli bir oyun. Vicdani ile Efruz’un hayat hikayelerini izlerken arka planda 31 Mart olayından 12 Mart Muhtırasına kadar bir Türkiye tarihi akıyor. Haldun Taner’in eğitim misyonu o kadar baskın ki iki perdelik oyun süresince gösterdikleriyle yetinmiyor, oyunun sonunda Vicdani aracılığıyla tekrarlıyor seyircinin öğrenmesi gereken dersi. Olsun, yine de güzel oyun.
28.Şubat.16 Pazar
Galeano, güzelim kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da şöyle diyor: “Profesyonel sporun teknokratları, futbolu sırf sürate ve güce dayalı, mutluluğa boşvermiş, fantezinin gelişemediği, cüretin yasaklandığı bir spor dalı haline getirdiler. Bereket çok ender de olsa hâlâ sahalarda kuralların dışına çıkarak, sırf bedensel bir sevk uğruna, yasaklanmış özgürlük serüvenine atılan, rakip takımı, hakemi ve tribünlerdekileri şahlandıran bir yüzsüz çıkıyor.”
Son zamanlardaki en yüzsüz futbolcu Lionel Messi. Ve ben, onu televizyondan da olsa canlı olarak izleyebildiğim için şanslı sayıyorum kendimi. Bakınız: Messi’nin bu akşamki yüzsüzlüğü.
Nota Bene: Yazdıktan sonra merak ettim; acaba Galeano bir şey söylemiş miydi bu yüzsüz Messi hakkında? Kim ne derse desin, internet insanlığın en büyük icadı; buldum, çevirmeye çalıştım, şöyle demiş: “Messi’’yi seviyorum çünkü o Messi olduğunu düşünmeden oynuyor. Hiçbir futbolcu onun gibi zevkle oynamıyor. Çimlerin tadını çıkaran bir çocuk gibi oynuyor. Oynamanın hazzı için oynuyor, kazanma göreviyle değil.”
29.Şubat.16 Pazarertesi
Bir Film Bir(kaç) Cümle
Mommy (2014): Genç yönetmen Xavier Dolan’ın (d. 1989) Cannes’da Jüri Ödülüne layık görülen filmi, Amerikan kısa hikayelerini çağrıştırıyor. Oyunculuklar da mükemmel.
Annemi Öldürdüm: Yine Xavier Dolan’ın, henüz 20 (yazıyla yirmi) yaşındayken hem yazıp hem yönetip hem de başrollerinden birini üstlendiği filmi. Yine anne-erkek çocuk ilişkisi. Mommy ile çok benzer, sanki bir provası gibi onun. Bu sefer işin içinde eşcinsellik mevzuu da var.
Birhan Keskin’den yıllar sonra kitap geldi: Fakir Kene. Bu kadın, kendini acıtarak yazıyor, belli. Ve fakat ne güzel yazıyor. İmkan olsa kitabın hepsini yazmak isterim buraya, ama canınızı çektirmek için işte bir tutam:
Ne diyeyim allahım
ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun.
Ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm,
gocunmam da yükümden beni bilirsin.
Ama bunlar çok iştahlı allahım ve görüyorsun nasıl da dünyevi.
Bunlarmış senin kulların öyle diyorlar biz de kürenin üveyi.
Öyle mi?
Oysa allahım bilirsin ben en çok yeryüzünü,
ve başımı yatırınca toprağa, gökteki yıldızları da,
işte öyle allahım bilirsin çok güzel yapmıştın bu yeryüzünü.
Bizim köydeki gibi.
Allahım bunlar tokileri seviyor, betonları, hızlı trenleri.
Oysa ne acelemiz var, ben ki bunca agnostiğim yine de biliyorum
Ordaysan nasılsa geleceğiz yanına geri.
* * *
Avare Çalı Sözlüğü’nden devamla:
Kel Başa Şimşir Tarak: İnternet kitapçılarından okuma kapasitesinin çok üstünde kitap almak.
Anlat Derdini Marko Paşaya: Milletvekillerinden biri 2. Ankara Katliamının failinin taziye çadırına gitmiş olan HDP’ye söylenecek söz.
Ölü Sevici Dergiler: Her sayıda kapaklarına müteveffa yazar ve şairlerin (özellikle ergenlerin ilgisine mazhar olan müntehir ve/veya genç ölmüş yazar ve şairlerin) cicili bicili fotoğraflarını koyarak bu yazarlar hakkında facebook/twitter paylaşımına uygun şekilde “dosya” hazırlayan dergiler. Pıtrak gibi çoğalmaktadırlar. Önlem alınmazsa, yetişmekte olan okurlar açısından feci sonuçlar doğuracaktır.
Öykü Diye Çocukluk Anısı/Blog Yazısı Basan Yayınevi: İsmini söyleyemem, pek muteber, edebiyat tarihçisi bulsun. Anlamamış olan varsa (yuh!), ipucu: İki senedir edebiyat takvimi basıyor bu yayınevi.
Cuma: Az Müslümanların en sevdikleri ve kendilerini gösterme fırsatını buldukları gün.
* * *
Bunca gürültülü dünya işleri ve bu kadar uzun Dünlük’ten sonra iyi gelsin hepimize biraz Anouar Brahem. Thimar albümünden: Al Hizam Al Dhahbi
Onur Çalı
Dünlükler'i fena halde kıskanıyorum sanırım 🙂 Yeni bölümlerle daha da iyi olmuş. Satır aralarında ciddi eleştiriler var, anlayana.
🙂 Teşekkürler.