Kazuo Ishiguro 8 Kasım 1954’te Japonya’nın Nagasaki şehrinde doğdu. Babasının Ulusal Oşinografi Enstitüsü’nde çalışmaya başlaması üzerine beş yaşındayken ailesiyle birlikte İngiltere’ye geldi. Surrey’de ilk eğitimlerini tamamladı, Kent Üniversitesi’nde İngilizce ve Felsefe eğitimi aldı, 1974 yılında mezun oldu. 1980 yılında East Anglia Üniversitesi’nde Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık eğitimi aldı ve yazarlık kariyerinin ilk dönemlerindeki akıl hocası Angela Carter’la tanıştı.
Jazz şarkıcısı Stacey Kent için şarkı sözleri yazdı. Bunun yaratıcı yazarlığına büyük katkısı olduğunu söyleşilerinde belirtiyor. 1981’de üç kısa hikâyesi yayımlanan Kazuo Ishiguro o tarihten bu yana sadece yazarlık yapıyor. Londra’da yaşıyor.
Müziğe ve Geceye Dair: Noktürnler
Ishiguro’nun Türkçeye çevrilen tek öykü kitabı Noktürnler’de beş ayrı müzisyenin hikâyesine yer veriliyor. Modası geçmiş yıldızlar, kafe müzisyenleri, idealist besteciler, hayallerinden vazgeçen müzik sevdalıları, biten aşklarına hüzünle bakan insanlar bu öykülerin kahramanları olarak yer alıyor. Gecenin çökmesi ve müziğin başlaması ile o anda olanları değil, geçmişte kalan zamanı, kaçırılan fırsatları, bir ömürden geriye kalanları görüyoruz. Öykülerin tümünde okur tarafından doldurulması gereken boşluklar dikkat çekiyor.
Aşk Şarkıcısı adlı ilk öyküde Venedik’te baharın başladığı günlerde kafelerde gitar çalan Polonyalı bir müzisyenin çocukluğunda annesinin en sevdiği şarkıcı olan Tony Gardner ile tanışmasını izliyoruz.
Kitabın mizahi yanı ağır basan öyküsü Come Rain or Come Shine. Hayatını İngilizce dersleri vererek kazanan müzik aşığı anlatıcı, üniversiteden arkadaşları olan çiftin Londra’daki evine geliyor. Ertesi gün yalnızken ev sahibesinin günlüğünü karıştırıyor ve olaylar başlıyor.
Malvern Hill’de kız kardeşinin yanına taşınıp yeni besteler yapmaya çalışan bir müzisyen, orada tanıştığı müzisyen karı kocanın tatillerine ve hayatlarına karışmaya başlıyor. Bu öykü kitabın en kapalı öyküsü.
Noktürn adlı öyküde, herkesin çirkin olduğunu söylediği saksafoncu karakterimiz, çareyi estetik ameliyatta, dış görünüşünü değiştirmekte buluyor.
Son öykü Çellistler, çello çalan bir sokak çalgıcısı ile çello hakkında her şeyi bilen bir kadın arasında geçiyor. Kitaptaki ilk öykü olan “Aşk Şarkıcısı”nın kahramanlarından birine bu öyküde yeniden rastlıyoruz.
Sırtını Pencereye Dönen Romancı
Ishiguro, romanlarında yarattığı mekânların ya da mekan olarak kullandığı şehirlerin günümüz insanının kafasında zaten bir imajı olduğunu, bu nedenle uzun uzun tasvirlere gerek olmadığını, sadece karakterin farklılığını vurgulamanın yeterli olduğunu söylüyor. Sanılanın aksine Henry James ve James Austen’a değil Dostoyevski’ye büyük hayranlık duyduğunu belirtiyor. Proust’un sadece bir kitabının yarısını okuduğunu ve sıkıldığını söylüyor ama etkilendiğini inkâr etmiyor. Yazarlar sevmedikleri yazarlardan da yararlanır diyerek özellikle Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da Proust etkisi olduğunu ekliyor. Çağdaş yazarlardan mutlaka etkilenmiş olabileceğini ama bu etkinin tam olarak farkında olmadığını ve çağdaşlarını çok okumadığını söylüyor. İlginç bir ayrıntı da soyadı M ile başlayan yazarları sevdiğini söylemesi: Marquez, Murakami, Cormac McCarthy, Ian McEwan, David Mitchell, Hilary Mantel… Çalışırken elektronik postalarına bakmadığını ve sırtını pencereye döndüğünü de ekliyor.
Romanları birinci şahıs anlatı tarzında yazılmıştır ve anlatıcılar genellikle insanın başarısızlıklarını sergilerler. Ishiguro’nun tekniği, karakterlerin anlatı sırasında dolaylı olarak kendi kusurlarını ortaya çıkarmasına izin vermektedir. Ishiguro romanları genellikle çözülmeden sona erer. Karakterleri geçmişle yüzleşmezler ve sorunları çözülmemiş olarak kalır.
The Sunday Times’a verdiği bir röportajda başka ülkelerdeki okurlarıyla tanıştıkça çoğu okurunun onu çeviriler aracılığıyla takip ettiğini ya da ikinci, hatta üçüncü dil olarak öğrendikleri İngilizceyle okuduklarını fark edince şu düşünceye varıyor: “Yazarken Londra’da tanıdığım insanları temel alan varsayımlarla hareket etmemeli ve her zaman yazdıklarımın çevrildiğinde de manalı olabilmesi için dikkatli davranmalıyım.” Bu düşünceyle üslubunu belirlediğini anlatıyor.
1995’te edebiyata katkıları dolayısıyla İngiliz hükümeti tarafından “Britanya İmparatorluk Nişanı”, 1998’de Fransa hükümeti tarafından “Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı” ile ödüllendirilen Kazuo Ishiguro’nun tüm romanları dilimize çevrilmiştir.
Uzak Tepeler
Kitabın orijinal adı tepelerin solgun manzarasıdır. Bu solgunluk hem hatırlama eylemindeki hem de romanın sonundaki belirsizliği daha iyi anlatır. Sadakat ve hafıza, bu ilk romandan başlayarak temel izleği oluşturur Ishiguro yapıtlarında. İngiltere’de yalnız başına yaşayan yaşlı Japon kadın Etsuko’nun büyük kızı Keiko intihar etmiştir. Kısa süre sonra Etsuko’nun küçük kızı Niki, beş günlüğüne annesini ziyarete gelir ama anne kız arasındaki duygusal mesafe, Etsuko’nun anılarına gömülmesiyle daha da artar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden sonra ilk kocasıyla birlikte Nagazaki’de yaşayan Etsuko, bu beş gün boyunca, o yıllarda komşusu olan Sachiko ve onun küçük kızı Mariko’yla kurduğu arkadaşlığı hatırlar. İlk kocası Jiro’nun babası Ogata-san da anılarda önemli bir yer tutmaktadır. Ogata-san savaş sonrası eski düzeni savunan kişilerden biridir. Eski hatıralarını okuduğumuz kadının güvenilmez bir anlatıcı olduğunu yavaş yavaş anlarız. Keiko’nun neden intihar ettiğini öğrenemeyiz. Etsuko’nun bu hikâyeyi aslında geçmişi tahrif ederek ve yeni bir geçmiş yaratarak anlatıyor olabileceğini düşünmeye başlarız.
Hatıralarda atom bombasıyla altüst olmuş yaşamlar, yeniden inşa edilen bir şehir de önemli yer tutmaktadır. Bu da romanı Post-apokaliptik edebiyatın önemli kitaplarından biri haline getirir. Kitabın sonunda Etsuko için Sachiko ve Mariko’nun önemini çözmeye biraz yaklaşırız. Yine de her okur kitabın sonunda kendi çözümüyle başbaşadır.
Değişen Dünyada Bir Sanatçı
Kitap, İkinci Dünya Savaşı sonrasında köklü değişikliklerin yaşandığı Japonya’yı anlatarak başlıyor. Savaş biteli üç yıl olmuştur, zamanında etkili, bohem bir sanatçı olan ressam Masuji Ono artık emeklidir ve büyük evinde küçük kızı Noriko ile yaşamaktadır. Noriko, 26 yaşına gelmiştir ve kötü giden bir evlilik öncesi görüşmesinden sonra yeni bir görüşmenin başlangıç aşamasındadır. İlk evlilik öncesi görüşmenin neden kötü gittiğini anlamaya çalışırken aslında Ono’nun geçmişini de geri dönüşlerle izlemeye başlarız. Otuzlu yıllarda sanatını Japonya’nın genişleme politikasının hizmetine sunan ve yurtseverlik karşıtı eylemlere karşı çalışan komitenin danışmanlığına getirilen Ono’nun yurtseverliği genç kuşak tarafından tartışılmakta ve yargılanmaktadır. Geçmişte yaptıklarının aile için nasıl bir yük olduğunu fark eden ressam yaşadıklarından daha fazla kaçamayacağını, geçmişi ile yüzleşmesi gerektiğini anlar.
Roman yurtseverliğe, savaşa, kültürler arası etkileşimlere bir ressamın gözünden bakıyor. Ono’nun büyük evi ile yeni evlenen kızının yaşadığı küçük ve modern daire, gelenek ile yenilik karşıtlığını vurgular.
Günden Kalanlar
Ishiguro’nun İngiltere’de geçen ilk romanıdır. Darlington Malikânesi’nin emektar baş uşağı Stevens, 35 yıldır işini en iyi şekilde yerine getirmiş, işvereni olan Nazi sempatizanı Lord Darlington’a bağlılıkta kusur etmemiştir. Baş uşak Stevens malikânenin yeni Amerikalı sahibinin zorlamasıyla ve onun arabasıyla 1956 yılında küçük bir geziye çıkmaya karar verir. Stevens’ın hayatında ilk kez tatil yapmayı kabul edişinde, Darlington malikânesinin eski kâhyası olan Bayan Kenton’ı ziyaret etmek, onu belki de yeniden malikâneye dönmeye razı etmek istemesi de rol oynuyor. Altı gün süren bu yolculuk, Stevens için Lord Darlington’ın malikânesinde geçmiş 35 yıllık baş uşaklık yaşamına bir dönüş yolculuğu oluyor.
Ömer Türkeş Günden Kalanlar’ın insan belleğine, hatırlamaya, daha doğrusu hatırlama sürecinin düzenlenmesine ve farkındalık eksikliğine dair bir roman olduğunu söyleyerek ekler: “Ishiguro’nun başarısı bellek meselesini farklı hikâyelerle, bambaşka görünümlere sunabilmesinde. Elbette anlatısında büyük bir ustalık var. Stevens basmakalıp fikirleri, saplantıları ve özenle bastırdığı duygularıyla unutulmayacak bir roman kahramanına dönüşmüş. Günden Kalanlar okuduğum en iyi Kazuo Ishuguro romanı. Gerçek bir başyapıt.”
Kitabın en önemli özelliklerinden biri de dili. Ishıguro tüm hikayeyi iç monologla anlatıyor ve o anlatıdan hiç sapmamayı başarıyor. Murat Belge bu durumu şu sözlerle anlatıyor. “Stevens, o baştan sona denetimli, kalıplı, perukalı sesiyle kendisi için önemli ve başka herkes için son derece sıkıcı ayrıntılar üstünde dura dura ve herkesi ilgilendiren olayları bastıra bastıra, merkezinde bu olamayan aşk hikâyesinin yer aldığı birçok olayı anlatırken, bir süre sonra, asıl anlatılanın, anlatılmayan olduğunu anlıyoruz. Geriye, mesleğinin kendisine dayattığı o yapay tumturaklılık içinde ölen babasını bırakıp içki servisine koşan ve tutkusunu sevdiği kadına değil kendine de söyleyemeyen yaşlanmış uşak kalıyor.”
Günden Kalanlar 1993 yılında James Ivory tarafından filme çekilmiştir. Başrolleri Anthony Hopkins’le Emma Thompson paylaşmışlardır.
Günden Kalanlar, 1989’da İngiltere’deki en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülü’nü kazandı. Kitapla ilgili ilginç bir ayrıntı da Ishiguro’nun The Guardian’da yer alan bir söyleşisinde romanı dört haftada yazdığını anlatmasıdır.
Avunamayanlar
Avunamayanlar İngiliz piyanist Ryder’ın Avrupa’da bir kente (kent belirsiz, herhangi bir yer olabilir) konser vermek için gelmesiyle başlıyor. Zaman ve mekân mefhumunu yitirdiği bu şehirde farkında olduğu tek konu birkaç gün sonra vereceği konser. Saatlerce sürdüğünü düşündüğü bir sohbetin asansörde geçen birkaç dakikadan ibaret olduğunu fark etmesi, yanına oturduğu gazetecilerin o yokmuş gibi onun hakkında konuşmaları, onuruna verilen ziyafete sabahlık ve terliklerle katılması ama kimsenin bunu yadırgamaması ve uzun uzun yol gidip vardığı yeni mekânların sonradan başka, bildik mekanlara dönüşmesi bir karabasanda olduğu hissini duyurur biz okuyuculara. Çevresindekiler de hayatlarında üstesinden gelemedikleri, başa çıkamadıkları ne kadar sorun varsa çözülmesi için Ryder’a bel bağlar.
Ishiguro, bu yan karakterlerin, Ryder’ın hayatının farklı dönemlerindeki halleri ya da ebeveynleri gibi hayatından önemli kişiler olduğunu söyleyerek bu yeni anlatı tarzı için şöyle diyor: “Bir yazar olarak sınırlarımı zorlamam gerektiğini düşündüm, yoksa yıllardır övgülere boğulmama sebep olan özelliklerim beni hapsedecekti. Bir karakteri alıp kendisinin yankıları sayılabilecek başka karakterlerin arasına sokunca neler olacağını merak ediyordum.”
Çocukluğumu Ararken/Öksüzlüğümüz
Şanghay’da doğan, 9-10 yaşlarındayken anne ve babasının bir ay arayla kaybolmaları sonucunda öksüz kalan bir İngiliz çocuğu, teyzesinin yanına İngiltere’ye gidiyor ve orada büyüyor. Ebeveynlerini bulmak için çocukken kurduğu hayallere uygun olarak başarılı bir dedektif oluyor ve 1937 yılında ailesini bulacağı inancıyla Şanghay’a geri dönüp savaşın tam ortasında ailesini aramaya başlıyor. Hikâye sürekli geri dönüşlerle ve Çin, İngiliz, Japon kültürleriyle iç içe anlatılıyor. Ailesinin başına gelenleri araştırmaya koyulduğunda çocukluk anılarıyla kurguladığı hikâyenin gerçekleri yansıtmadığı ortaya çıkmaya başlıyor. Buna rağmen hayatının aşkını elinden kaçırmayı bile göze alacak ve yıllar öncesinin acı olaylarını aydınlatmayı başaracaktır.
Ömer Türkeş, kolaylıkla polisiye türüne sokulabilecek roman için Sabit Fikir’de yer alan yazısında şöyle diyor: “Arka planına Çin-İngiltere ilişkileri, afyon ticareti, Çin-Japon savaşı ve Çin’deki siyasi çalkantıların yerleştirildiği bir roman için kolaylıkla ‘tarihsel’ nitelemesi yapılabilir. Ne var ki tarihin yanına bir dedektiflik, bir de aşk hikâyesini ve masalsı bir anlatımı ekleyen Ishiguro herhangi bir türe bağlanmak niyetinde değil. Özellikle polisiye türünü iğnelemiş. 1920’lerin Londra’sında altın çağını yaşayan –gerçeklerle bağı kopuk– İngiliz polisiye edebiyatına ve o edebiyatın ‘saygın’ dedektifleriyle inceden dalgasını geçmiş.”
Beni Asla Bırakma
1990 İngiltere’sinde bir grup öğrenci Hailsham isimli okulda eğitim görmektedirler. Belli bir yaşa kadar hiç okuldan ayrılmıyor, okul sınırlarının dışına bile çıkmıyorlar. Hailsham çok güzel bir yerdir, özellikle okulda sanata ve yaratıcılığa büyük önem verilir. İlk bakışta her şey normal görünür aslında; bir nevi özel okul, farklı öğrenciler, bunların arasında da kitabın ana karakterleri: Ruth, Kathy ve Tommy. Hikâyeyi hastabakıcı olduğunu öğrendiğimiz Kathy’nin ağzından dinleriz; yine bir geçmişte olanları hatırlama ve bugünü anlamaya çalışma. Anlatı ilerledikçe Hailsham’ın neden “özel” bir statüye sahip olduğunu, bu çocukların kim olduklarını anlıyor ve olayların, aslında bambaşka bir düzlemde akmakta olduğunu fark ediyoruz. Ruth ve Tommy, Hailsahm’da çıkmaya başlarlar ve ikisi de bağışçı olunca ilişkileri mecburen son bulur. Kathy ve Tommy de hep çok iyi anlaşmışlar ve birbirlerinden hoşlanmışlardır ancak hiç ilişki yaşayacak bir fırsat bulamamışlardır. Bunun en büyük sebebi ise Ruth’un Tommy’e çok düşkün olmadığı halde kıskançlıkla onlara izin vermemesi olmuştur. Kitabın son kısmında ise Kathy ve Tommy kendileri için bir umut ışığı yakalamak üzere yola çıkarlar ancak bunun yerine Hailsham ile ilgili sırları bulurlar.
Kitabın en ilginç özelliklerinden biri de karakterlerin kaderlerini büyük bir sükûnetle kabul edip yaşamaları, yaşamlarının akışını değiştirmeyi hayal etseler bile, bu yönde herhangi bir radikal adım atmaktan kaçınmaları.
Beni Asla Bırakma Time dergisi tarafından “İngilizce Yazılmış En İyi 100 Roman” arasında gösterilmiş ve Man Booker ödülü kısa aday listesinde yer almıştır. Roman, Mark Romanek tarafından 2010 yılında filme çekilmiştir.
Gömülü Dev
Ishiguro bu sefer elleri titrediği için odalarında mum yakmaları bile yasak olan yaşlı bir karı kocanın oğullarını bulmak için yapacakları uzun ve fantastik öğelerle süslü yolculuğu anlatıyor. Axl ile Beartice’in tek problemleri yaşlılık değil, sis diye adlandırdıkları bir olay da hatıralarını silip götürmüş. Bu uzun yolculukta tanıştıkları bir şövalye, bir savaşçı ve bir çocuk da yol boyunca onlara eşlik ediyor. Ishiguro diğer romanlarında olduğu gibi, Gömülü Dev’de de belleği sorgulamaya devam ediyor. (Diğer romanlardan farklı olarak Gömülü Dev daha fazla diyaloga sahip.) Unutmak mı iyidir, hatırlamak mı? Kitabın en önemli sorusu bu. Birlikte bütün hayatınızı geçirdiğiniz, çok sevdiğiniz kişi ile mutlu ve acı hatıralarınız ortak mıdır?
“Romanlarıma hep bir soru sorarak başlarım” diyor Ishiguro, “İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşayan bireyler böyle bir dönemde yaşanan değerler değişimi karşısında ne yapıyor, yaşadıklarıyla tam olarak yüzleşemedikleri zaman neler hissediyor, bunu sorguluyordum.” Bosna’yı, ABD’yi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’yı ve Fransa’yı da hikâyesine muhtemel mekânlar olarak düşündüğünü söyleyen Ishiguro, yakın tarihe ait bazı olayların hikâyeyi fazla politik hale getirmesinden çekindiğini belirtiyor. “Her zaman metaforik bir mekanın çekiciliğini hissederim. Basit bir realist değilim. Daha evrensel bir söz söylemeye çalışıyorum.”
New York Times yazarı Alexandra Alter, Ishiguro’nun bu romanının “George R. R. Martin ile Tolkien’in topraklarında” geçtiğini yazıyor. Ishiguro ise romanın esin kaynağının fantezi edebiyatı değil, 1950’lerde çekilen Western filmleri ile Masaki Kobayashi sineması olduğunu vurguluyor. Ishiguro, romana dâhil ettiği fantastik öğeleri “o dönemde yaşayan insanların inançlarına veya batıl inançlarına göre” belirlediğini söylüyor.
Sema Özbaş