e9636-cemile

Düz bir beton zemin bulunca, kırık kiremit parçası ya da tebeşirle hemen sekize sekiz altmış dört kareyi çiziverirdik. On altı taş, on altı kiremit parçası tamamlanınca da damaya başlardık.

Satrancı Hintliler bulmuştu da damayı kim icat etmişti? Damanın icadını hep Necip’e yakıştırdığım halde, bir punduna getirip arkadaşım olan kızı Cemile’ye “Damayı baban mı icat etti?” diye soramamıştım.

Necip’in esas geçim kaynağı ayakkabı boyacılığı ve Ramazan davulculuğuydu ama en keyifli kazancı, Fırıncı Yasin’le oynadığı dama oyunlarında kaptığı onluklardı. Boyacı sandığı omuzunda, günün her hangi bir saatinde çarşıya düşer, (pabuçlarından bile tanıyabileceği için) gözlerini yerden ayırmadan ezeli ve ebedi rakibi Yasin’i arardı. Yasin mi? Selanikli muhacir bir ailenin yirmili yaşlardaki oğluydu. Askerden dönünce ekmek fırınının tüm sorumluluğu üzerine yıkmıştı. Yakışıklı, kendini beğenmiş, lafını esirgemeyen, biraz da ukalâ biriydi. Boşuna değildi bu halleri. İzmir’deki amcasının yanında ortaokulu okurken, kopuk takımına uyup haytalık etmiş, orta sondan atılmıştı ama yine de kasabada “okumuş çocuk” sayılırdı. Üstelik ailesi kasabada evine gazete giren sayılı ailelerden biriydi. Kahve sohbetlerinde söylediklerine itiraz etmeye kalkanları, “Gaste yazıyo bilâder!” diyerek püskürtürdü. Kasıntının, züppenin önde gideniydi kimilerine göre.

Necip’in damadaki ustalığı çevre kasaba ve köylerde de kabul görmüştü. İddiası olanlar sırf kendilerini denemek için kasabaya dama oynamaya gelirlerdi. Galip oyuncu, rakibini kızdıracak, delirtecek her tür lafı söyleme hakkını kazanırdı. Sıradan rakiplerinin sataşmalarına aldırmaz, çok sinirlenirse on saniye kadar gözlerini kırpmadan boş boş bakar arkasını dönerdi. Peş peşe iki cümle kurduğunu duyan olmamıştı. Hafif kırlaşmış, her zaman dağınık saçlarını taradığı ise görülmüş şey değildi, çünkü nasılsa rüzgâr bozacaktı. Yer çekimine yenik düşmüş alt dudağı, çehresine at suratı bir görüntü verirdi.

Yasin’i uzaktan bile görse, avını görmüş kedi gibi bıyıkları titrer, boyacı sandığı omuzundan kayıp düşecekken son anda yakalardı biricik sermayesini. Yasin fırından çıkmış kahveye doğru geliyorsa sarkık dudağını tek bir hareketle toplayıp gözlerini belertirdi. Bu anı bekleyen Terzi Kenan, “Neciip! Geliyo seninki!” diyerek duymayanları uyandırır; Kahveci Rıza da öte yana dönüp, Necip’i görmemiş numarasıyla “Yasiin, Necip seni arıyomuş…” diye kızıştırıp seyre gelecek müşteriyi sağlama alırdı.

Rakip seçmez ama boşa oynamazdı Necip. Yasin’in fırından çıkamadığı günlerde bir “keklik” düşerse, “Bir-üç, on kâât!” teklifi Necip için yeterliydi. “Bir-üç”te, iki oyunu alan onluğu götürürdü.

Herkesin kendince bir oyun taktiği vardı. Topal Akif’in, Bandocu Ali’nin oyunları da yamandı ama Necip’in taktikleri hep merak edilirdi. Basit gibi görünen bu oyun, ustalar karşılaşınca satranca benzeyebilirdi. Bazı oyunların yarım saat sürdüğü olurdu ki “damada süren, tavlada vuran kazanır” atasözü açığa düşerdi.

O zamanlar bizim kasabadaki iki üç çingene aileden biriydi Necipgiller. Diğerleri gibi kasabanın kıyısında derme çatma evlerde otururlardı. Çok yoksuldular. Gün kazanır, gün yerlerdi. Hayatı geldiği gibi karşılar, “sabahın sahibi var” anlayışıyla yaşarlardı. Kim ne derse desin, çingeneliği asla kabul etmez, “Biz aslen Hint’ten gelmişiz. Çingen deyiliz beyaa” der ve beyazlar gibi göçebe çingenelere asla yüz vermezlerdi. O zamana kadar hiç Hintli görmemiştim ama demek ki gür kara kaşlı, kara gözlü, esmer tenli insanlardı Hintliler.

Yasin ile Necip’in damaya tutuştuğu hemen duyulur ve on-on beş kişilik bir seyirci kitlesi oluşurdu. Her durumda biri diğerini çarşıyı terk etmecesine kızdıracağı için, bu şamata kaçırılmaz, kaçıranlar da hayıflanırdı. Yasingillerle mübadillikten gelen yakınlığımız olmasına rağmen içimden hep Necip’i tutardım. Oyunda sıkıştığında esmer teni daha da kararıp terlemeye başlayınca, “Şu oyunu iyice öğrensem de Yasin’in açmazını Necip’e fısıldasam” diye geçerdi aklımdan. Bazen, anladılar mı acaba diye de ürperirdim bir yandan. Arada bir de olsa Yasin kazanınca, sandalyesine iyice yaslanır, “Atla bakalım onluğu!” diyerek baş ve işaret parmağını birbirine sürterdi. Necip’in yüzü ekşir, ensesini kaşıyıp saçlarını karıştırırken son hamlesini yapardı:

Bi-üç daha!

Yemeez! Ayvan terli! Paran yoksa oynama oolum!

Bu klişe cümle galibiyetin tadını yaşamak için bir kaçıştı. Oysa kendisi yenilince pancar gibi kızarır, onluğu dama tahtasına fırlatıp kalkar giderdi. Ah ulan, bir onluğum olsa, Necip’e versem de bozum olsa şu Yasin hıyartosu.

Necip’i tutmamın nedeni de kızı Cemile’nin iki yıldır İlkokulda sıra arkadaşım olmasıydı galiba. Belki okul numaralarımız peş peşe olduğundan, belki öteki çocuklar Cemile’yle oturmak istemediğinden, belki de öğretmenimiz öyle uygun gördüğünden bizi yan yana oturtmuştu. Birinci sınıfta ilk gün hiç konuşmamıştık. Sonraları birbirimize ısındık çocuk sıcaklığıyla.

Saçlarıyla aynı renkte kapkara gözleri ve yusyuvarlak sevimli bir yüzü vardı. Teninin esmerliğinden mi bilinmez dişleri hepimizden beyazdı sanki ya da bana öyle gelirdi. Yazısı inci gibiydi. Ya kalemi ya da silgisi olmazdı. Silgiyi ortasından ısırıp pay ederdik ama kalemi paylaşmak zor olurdu. Bir gün kulağıma eğilip “Biz aslında Çingen değiliz.” demişti durup dururken. Sadece gülümsediğimi hatırlıyorum. O, bunu neye yormuştu acaba?

Ramazan ayı süresince ilişkimiz biraz soğurdu. Necip kasabanın tek davulcusu olduğundan, sahura onun davulu ve Cemile’nin manileri ile uyanırdık. Bahşiş alabilmek için davulcunun manileri güzel okuması gerekirdi. Hatta manide ev sahibinin ismini geçirirse, bahşişi garantilerdi: Bahçelerde kişnişim, Böreği pişirmişim, Ver bahşişim Recep Ağa, Uzak yoldan gelmişim. Necip’in sesi betti ve maniyi makamıyla söyleyemezdi. İşte bu yüzden daha çok bahşiş alabilmek için artık büyüdüğünü düşündüğü Cemile’yi yanında gezdiriyordu. Tamam, babası yanındaydı ama o karanlıkta, o soğukta… Hem Cemile bu kadar çok maniyi ne zaman, kimden öğrenmişti? Üstelik manileri de güzeldi. Hep merak eder ama üzülür diye sormazdım. Manisi bitince bahçeye çıkıp parayı Cemile’ye verirken, karanlıkta parlayan dişlerinden gülümsediğini anlar, sevinerek içeri kaçardım. Bu kaçışta utanmayla, yoksul arkadaşıma az da olsa yardım etmenin sevinç duygusu çarpışırdı. Sabah okulda, gece böyle bir şey olmamış gibi davranırdık. Bazen babam Necip’i kızdırmak için bahşiş vermeyi geciktirip Cemile’yi bir mani daha söylemeye zorlardı. İşte o zaman Necip davula daha sert vurarak tepki verirdi. Ben ise ayıp ettiğimizi düşündüğümden, utanır, kızardığım belli olmasın diye de lambadan uzak dururdum. Bir de verdiği demir parayı az bulur kâğıt para vermeye zorlardım babamı her defasında. Vermezdi! Parayı yoldan mı topluyorduk?

O yaz Necip ile Yasin arasındaki dama maçları çok çekişmeli geçiyordu. Yasin, Necip’in oyun taktiklerini çözmüş gibiydi. Son bir aydır Necip’e bir onluk bile kaptırmamış hatta yüz lira borçlandırdığı söyleniyordu. Necip batıktı.

Bir gün ikindi vakti Annem “Koş bi paket tuz kap gel!” dedi. Çarşıya vardım ki bir şenlik, bir şamata, gırla gidiyor. Bakkal Ahmet abi dâhil bütün esnaf orada. Meğer iddia büyükmüş. Yasin, “Bak Necip, tek el! Alırsan silerim, alırsam yüz elli olur.” demiş. Şakir’e sordum, yemin etti; “Kulaklarımla duydum oolum!” Kıyı kıyı yanaştık. Onlar taşları dizerken kovulmayacak bir noktaya sotalandık. Açılışı Yasin yaptı. İkisi de çok gergindi ama Necip şimdiden terlemeye başlamıştı ne hikmetse.

Yaz bitmişti. “Çalışkandır üçler”e başlayacaktık iki gün sonra. Başlayınca da kuyudan tenekeyle su taşımaktan, inek gütmekten, koş şunu getir tut bunu götür angaryalarından kurtulacaktım nihayet. Şenlikti, tembellikti, “Dersim var yaa!” bahanesiyle işten kaytarmaktı okula başlamak.

Başladık. İlk gün, mis gibi okul kokuyordu her yer. Cemile yoktu.

İkinci gün ebelemece, kovalamaca oynadık. Yaz boyu öğrendiklerimizi, duyduklarımızı bir solukta anlattık bire bin katarak. Hopladık, kalgıdık, kurtlarımızı döktük bi güzel. Cemile yine yoktu.

Sonraki günler de gelmedi Cemile. “Annesi, yövmiye pamuk toplamaya götürüyormuş oolum.” dedi birisi.

Artık sıra arkadaşım Hüseyin’di ve Ramazan’a daha çok vardı.

Servet Şengül

Çizim: Burcu Firdevs Demirağ