8.Mart.16 Salı
Dün akşam, Ankara Dünya Müzikleri Festivali kapsamında Ankara Palas’ta bir konser izledik. Derya Türkan ile Garcia-Fons, klişe olacak ama, bir müzik ziyafeti sundular. Projelerinin adı Silk Moon. Bir de albüm yapmışlar bu isimde, bilmiyordum. İşte size de bir buket gelsin, Paris konserlerinden.
* * *
Gard dergisinin internet sitesi için Ayın Öyküsü diye bir köşe hazırladım birkaç ay. Her ay bir öykücü arkadaşımı kısaca tanıtıp kitabından bir öyküyü yayımlıyorduk. Sonra ben su koyverdim. Onlar da birkaç ay daha devam edip bitirdiler sanırım. İyi bir öykü okumak isteyenler için, dedim kendi kendime, bari Dünlükler’de link vereyim. Orada konuk ettiğim birkaç ismi, burada da anayım. Dördüncü konuğum Aysun Kara imiş (Ocak 2015). İşte burada.
9.Mart.16 Çarşamba
Tatar Çölü’nü okudum. Dino Buzzati, hiç kuşku yok ki, benim yazarım. Ve fakat Tatar Çölü’nün Türkçesinde epey sorun var. Harf, noktalama gibi “ufak” onlarca hatayı yazmıyorum. Daha en başta, yazarın kısa biyografisinde bile hatalar var. Sadece bir örnek vereceğim. 2005 baskısını okudum kitabın, o baskının 186. sayfasında Teğmen Drogo ile Binbaşı Ortiz konuşurlar. “Ben azla yetinmeyi öğrendim,” der Ortiz. Sonra da düşüncesini destekler biçimde “Her yıl biraz daha tamahkâr olmayı öğrendim.” der. Tamahkâr, buradaki yanlış kullanımının aksine, “mal, para vb. şeylere aşırı derecede istek duyan kimse, açgözlü” demek. Tıpkı Hindistan’a Bir Geçitgibi İletişim’in bu baskısının da (hem dizgi hem redaksiyon/edisyon hem de çeviri bakımından) elden geçmesi gerek! (Umutlu olalım: Belki de sonraki baskılarında düzeltilmiştir de ben cahil kulunuzun haberi yoktur.)
* * *
Kitapların arka kapaklarını kesinlikle okumuyorum artık. Ne o kitapla ilgili çıkmış yazıları ne önsözleri ve sonsözleri. Ne de yayımcının, çevirmenin, bilmemkimin sözlerini. Belki kitabı okuduktan sonra, belki.
* * *
Buzzati, Corriere della sera gazetesinde yayımlanan bir röportajda (21 Mart 1965), eserlerinin Kafka ile ilişkilendirilmesinden (onun türevi gibi görülmesinden) duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Yazarım kesinlikle haklı. İroniyi altıpatı gibi yanından eksik etmeyen Dino efe ile o sevimsiz, soğuk, kuru Kafka’nın ne benzerliği var alla’sen?
10.Mart.16 Perşembe
İroniye kaptırmayın kendinizi, özellikle yaratıcılıktan uzak anlarda onu yanınıza yaklaştırmayın. Yaratıcı anlarda ise, yaşamı kavramada başvurduğunuz öbür araçlara ek bir araç gibi bakın ironiye. Temiz kullanıldı mı ironi de temizdir, kendisinden utanmak için neden yoktur. Ama pek içli dışlı mı oldunuz kendisiyle ve bu içli dışlılığın daha da güçlenmesinden mi çekiniyorsunuz, o zaman karşısında ironinin küçülüp çaresiz kalacağı büyük ve ciddi nesnelere yönelin. Nesnelerin derinliğine sığının, çünkü bu derinliklere asla inemez ironi. Ve böylece bir yandan büyük olan’ın kıyılarına gelip dayanırken, öbür yandan nesnelere yaklaşım biçiminizin varlığınızın bir zorunluğundan kaynaklanıp kaynaklanmadığını araştırınız. Çünkü söz konusu yaklaşım biçimi ciddi nesnelerin etkisi altında sizden kopup ayrılacak ya da, sizde gerçekten doğuştan varsa böyle bir şey, güçlenip ciddi bir araca dönüşecek ve sanatsal çalışmalarınızı sürdürürken başvurmadan edemeyeceğiniz araçlar topluluğu içinde yerini alacaktır.
(Rainer Marie Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’dan)
16.Mart.16 Çarşamba
Bazen rüyalarınızda size de olur mu, çığlık atarsınız duyulmaz hani? Ses telleriniz ölmüş gibidir. Hoş, sesiniz çıksa da, kimse duymaz. Çünkü kimse yoktur. Ya da rüyanızda ağlamaktan yorulduğunuz olur mu? Takatiniz yoktur artık fazladan bir damla gözyaşı bile akıtmaya? İşte bu durumdayım. Bir kabusun içindeyiz, hepimiz. İşin kötüsü, kabusta olduğumuzun farkında değiliz. Ya da şöyle demeli: Kimimize kabus gibi gelen şeyler, diğerlerimiz için o kadar da kabus gibi değil. Hem biz ne kabuslar yaşadık, sen o zaman nerdeydin? Evet, birileri de bu hengamede acı yarışında. Ve fakat, doğru söylüyorlar: Ölülerimiz aynı değerde değil. Bazı ölüler, diğerleri için neşe kaynağı ya da en iyi ihtimalle bazı ölülerin son nefesleri diğerlerinin kayıtsızlık duvarında son buluyor. Şunlar bunlardan, berikiler öbürkülerden nefret ediyor. Ben de dışında değilim bunun elbette. Ben de birilerinden nefret ediyorum. Bazen en yakın arkadaşlarıma bile kızıyorum çünkü görüyorlar ama bakmadan görüyorlar. (Gördüklerini sanıyorlar, dememe gerek var mı?)
Bu öğlen Kızılay’a indim. Yolda taksici “Biz Cumhuriyet’in başından beri yanlış yaptık abi” dedi. Alevi ya da kürttü muhtemelen, ya da ikisi birden. Hayır, ayrımcılık yaptığımdan filan söylemiyorum bunu. Bizim ülkemizde her kesimin sözü, siperi bellidir. Oradan konuşur. Ve siz de, o konuştuğu anda, kullandığı sözcüklerden onun hangi siperden bu sözcükleri mermi gibi saçtığını hemen anlarsınız.
Benim artık hiçbir etnik ya da dini gruba, mezhebe en ufak bir sempatim yok. Hiçbiri diğerinden evla değil. Daha hoşgörülü filan da değil. (Evet, demiştim, ben de kin ve nefretin değilse de öfkeli bir bulutun içinden konuşuyorum.)
Hulki Aktunç, Aforistika ya da Özeldeyişler kitabında şöyle demiş: “Bizim bu güzel dilimizde yürekli ama kalpsiz olabilirsin.” Bizim yüreğimize, kalbimize ya da neremizden hissediyorsak oramıza çekidüzen vermemiz gerekiyor. Yeni bir dil inşa etmemiz gerekiyor. Latife Tekin, Rüyalar ve Uyanışlar Defteri’ndeki bir denemesinde, eril dil tartışması yapıyor ve şöyle diyordu: “İnsanın öteki canlılardan üstün olduğu düşüncesinden sıyrılanlar dili yenileyebilir ancak…” Öteki canlılar mı? Bizim oraya gelmemize kırk fırın ekmek var daha Latife abla.
Sizin umudunuz var mı yoksa? Benim hiç yok. Çünkü öyle bir ortamdayız ki kimse kimseyi dinlemiyor ve dolayısıyla anlama ihtimali hiç yok. Her şeyin ama her şeyin yeniden tanımlanması gerekiyor belki de: Bak bilader, bu kuş. Bak bilader, bu gökyüzü. Bak bilader, bak, bunlar ölü kardeşlerimiz.
* * *
Öyle bir linç kültürü oluştu ki son yıllarda, kendilerini bunun dışında sanan gruplar bile bu linç dilinin içinde yaşıyorlar. (Bknz: İthaki Yayınlarının Virginia Woolf Biyografisi Olayı)
Bir şeyi eleştirdiğiniz, bir olaya tepki verdiğiniz zamanlarda da hemen neden başka benzer bir olaya aynı tepkiyi vermediğiniz sorgulanıyor. (Tabi bu benzerlik mevzuu da fena. Kendilerince, çok da benzemeyen olayları denk tutuyorlar çünkü). Sürekli bir şeyleri açıklamak; anti-feminist, ırkçı, cinsiyetçi olmadığınızı anlatmak zorundasınız. PSV taraftarlarının deplasman maçını izlemek için gittikleri Madrid’de Suriyeli göçmenlere yaptıklarına tepki (elbette her zamanki gibi sanal tepki) verince hemen “Peki, Sivas’ta Amedsporlulara yapılanlar?” diye bilmiş bilmiş soruyorlar mesela. Sürekli soruyorlar, her şeyi herkesten daha iyi biliyorlar. En politik doğrucu onlar. En hümanist, en feminist, en demokrat onlar.
Evet, belki de sosyal medya denen deliler evinden tamamen elimi eteğimi çekme vaktim gelmiştir benim. (Yazıyı, sosyal medyadan “paylaşırken” dediğim lafa bakın siz, ne ironi ama, peh!)
Onur Çalı
Görsel, Dino Buzzati’nin çocuklar için yazdığı ve dilimize “Ayılar Baskını” olarak çevrilen romanıyla ilgilidir.
Hahahahaa, Dino Efe! Valla efelik yakışmış Dino abeme.servet
Efelik öyle bir makam ki kime yakışmaz abi 🙂