31.Mart.16 Perşembe
Edebiyat tanrısının oraya buraya saçtığı tesadüflere inanırım. Sıklıkla da başıma gelir. Bugün, nereden aklıma geldiyse, yaşayan bir yazarı “usta” kabul etmenin, onunla yazı-mektup üzerinden bile olsa bir ilişki kurmanın, “genç yazar” açısından ne kadar da riskli bir şey olduğunu düşündüm bir ara, sigara içerken, öğleden hemen önce.
Sonra, Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’taki yazısını okudum, öğle yemeği sırasında. Kabaca, olgun (usta) yazar-genç yazar ilişkisinden bahsetmiş. Bu türden bir ilişkideki olası riskleri, hem deneyimlerinden hem de gözlemlerinden yararlanarak anlatmış ve “ama işin öbür yakası görkemlidir.” diye bitirmiş.
“Usta” yazarın “kapısına” gelen, onunla bir şekilde iletişim kurmayı başarmış bir genç arkadaşı arasında eşit olmasa bile denk bir ilişki kurulabilir mi gerçekten? Yaman bir soru!
Enis Batur, şöyle demiş yazısında: “Olgun yazar, kapısını çalan yetenekli yazar adayları, yolun başındaki genç yazarlar karşısında kayıtsız kalmaz çoğunlukla: Bir bakıma ‘durum’unun onaylandığını kanıtlayan gönendirici işaretlerdir. Zaman ve enerji ayırır seçtiklerine, ellerinden tutar, inandıklarına destek vermeye çalışır gücü oranında.”
Bu gün, “ideali” yukarıda çizilen böyle bir usta-çırak ya da olgun yazar-genç yazar ilişkisi var mı? Ben duymadım. Ah, çok özür dilerim. Duymam mı hiç? Her yerde görüyorum: Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri. Artık “usta” yazarlar, deneyimlerini ve desteklerini, “genç yazar adaylarından” aldıkları parayla takas ediyorlar. Ne hoş! Bu atölyeler konusunda en büyük trajedi ise, bence, yazmayı öğrenmek için yanıp tutuşan insanların, ömrü hayatlarında doğru düzgün hiçbir “yaratıcı yazı” örneği ortaya koyamamış “hocaların” derslerine akın etmeleridir. Neyse, alan razı satan razıysa biz kendimizi sepetleyelim bari.
Tesadüf tanrısı iş başında bugün; demiştim. Öğle sonrası iş yerinde gelip Edebiyat Takviminden günün sayfasını yırttığımda, Akif Kurtuluş’un şiiriyle karşılaştım, şöyle diyordu:
o ustalar kalmadı artık
boşuna bekleme, diyor
şehri son terk eden
Kaldı abi kaldı, kalbimizde değil ama atölyelerde yaşıyorlar!
5.Nisan.16 Salı
Dünya yalan dünyadır, üstü altı rüyadır: Beyhude
* * *
Edebiyat oraya buraya saçtığınız gülücüklü emojiler değildir. Katakulliyle aldığınız (jüri üyeleri hep arkadaşınız) ödüller değildir edebiyat. Kendinizin reklamı için çıkardığınız dergiler de edebiyat değildir. Danışıklı dövüşle, birbirinizi ağırlayıp durmanız hiç değildir (sen benle söyleşi yap, ben de senin kitabın hakkında yazayım). Sait abinin teknesine binmek de değildir. Akşam olmuş işten dönmüşsün, yorgun. Masan yok, çekyata uzanmış, bir kitap almışsın eline. Biraz okuduktan sonra için geçmiş, bir rüya görmüşsün. İşte o rüyadır edebiyat!
6.Nisan.16 Çarşamba
Yıl 1927. Zekeriya ve Sabiha Sertel (Serteller) Resimli Ay dergisini çıkarıyorlar o sırada. Türk basınında yeni bir şey yapıyorlar, derginin satışı da gayet iyi. Bir gün Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû) bir arkadaşını takdim ediyor Sertellere: Nazım Hikmet. Nazım’la Serteller beraber çalışmaya başlıyorlar o vakitten sonra. Nazım o zamanlar Sovyetlerden yeni dönmüş; anı şanı olmayan, işsiz ve parasız bir şair. Müthiş bir kimya oluşuyor aralarında, dostlukları gelişiyor. Nazım’ın en güzel şiirleri Resimli Ay’da basılıyor. Ünleniyor yavaş yavaş. (Hatta o kadar ünleniyor ki bir gece yarısı, evet gece yarısı, Mustafa Kemal Dolmabahçe Sarayı’na çağırtıyor Nazım’ı. Bu ayrı bir hikaye, Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım adlı anı kitabından okuyun derim.) Nazım devrimci ve yenilikçi bir şair. Kalemi sivri, cesur. Başlıyor zamanın kodamanlarına saldırmaya. Kimler yok ki saldırılanlar arasında: Yakup Kadri, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi ve Hamit (Abdülhak Hamit Tarhan). Bazıları Nazım’a cevap yetiştiriyor. Bu sefer, Nazım daha da sert cevaplar yazıyor.
Sadece bir örnek vereceğim, yerim dar. Ahmet Haşim bir mülakatta şu sözleri ediyor:
İsimlerini yeni işitmeye başladığımız yeni ediblerin en kabiliyetlisi serbest nazımla şiir yazan bir genç imiş. Bazı şiirlerini okudum. Bana öyle geliyor ki, bu zatın yeniliğine vaktiyle Fecr-i âti’nin yeniliğine yapılan itirazlar yapılabilir. Onlar Régnier ve Samain’i taklit ederlerdi. Bu genç şair de, geçenlerde intihar eden, bolşevik şairi Mayakovski’yi taklit ediyor. Mayakovski’den haberdar olmayanlar, bizde, yeri göğü sarsan, emsalsiz bir dâhinin, bir mucizenin dünyaya geldiğini zannettiler. Bunda biraz mübalağa olsa gerek. Külhanbeyi lehçesiyle şiir yazmağı ilk düşünüp yapan Mayakovski’dir. Şiire muhatap olarak efendiyi ihmal edip sokak serserisini intihap eden yine odur. O da kundurasından, çizmesinin çivilerinden bahseder, o da Goethe’ye, Shakespeare’e küfürler savurur, filozoflara söğüp sayar. Onun da bazı kitaplarının serlevhaları rakamlıdır. Bu estetik güzel veya çirkinse şeref veya kusuru münhasıran Mayakovskiy’ye aittir. Taklit eden adam dâhi de olsa, ne yazık ki, dâhi bir mukalitten başka bir şey değildir. Nitekim, her gün “835 satır”ın ne mükemmel taklitlerini, mecmualarda görüyoruz. Esasen bu şiirin de taklit olduğu şundan belli ki, bahsettiği şeylerin hiç birini tanımıyoruz. Burjuva, nasıl şeydir? Proleterya ne cins bir kuştur? Kızıl süvarilerden, beyaz süvarilerden bahsediyor. Müthiş bir “duvar”a meydan okunuyor. Hangi süvariler, hangi duvar? Bütün bunlar Merih gibi, dünyamıza tamamen yabancı bir âlemin dedikodusudur. (Üç Büyük Üstadla Mülâkat, Kâzım Sevinç, Garba Doğru, 1 Ağustos 1930)
Nazım durur mu hiç, yapıştırıyor cevabı:
İki serseri var:
İkinci serseri
yolumun üstünde duruyor
ve soruyor
bana:
“PROLETER
dediğimin
ne biçim kuş
olduğunu?”
Anlaşılan
Bağdadî şaklaban
unutmuş
Mösyö kimle beraber
Adana-Mersin hattında o kuşu yolduğunu…
İki serseri var:
İkinci serseri
pencerelerden bir gölge gibi girer
geceleri.
İki serseri var:
İkinci serseri
halkın alınterinden altın yapanlara
kendi kafatasında hurma rakısı sunar.
Ben hızımı asırlardan almışım,
Bende her mısra bir yanardağ hatırlatır.
Ben ki halkın ne alınterinden on para çalmışım
ne de bir şairin cebinden bir satır…
Neyse efendim, biz dönelim 1929’a ve Putları Yıkıyoruz kampanyasına. Bu kısmı da Zekeriya Sertel’in anılarından dinleyelim: “Nâzım’ın bu hücumları, düşmanlarını telaşa düşürdü. Nâzım’ın insafı yoktu. Burjuva şairlerini halkın gözünde kepaze etmek için eline bir fırsat geçirmişti. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Hücumlarını genişletmek, bütün eski kuşak şair ve edebiyatçılarını silip süpürmek hevesine kapılmıştı. Resimli Ay’da ‘Putları Yıkıyoruz’ diye bir kampanyaya başladık. Putlaştırılmış ne kadar edebiyatçı varsa hepsini birer birer tahtlarından indirmeye karar verdik. Sanat hayatlarında, haklı ya da haksız ün kazanmış kimseler vardı. Bunlar yeniliğe giden yolu kapıyordu. İlerleyebilmek için bu engelleri ortadan kaldırmak gerekti.” (Hatırladıklarım, Can Yayınları, sayfa 156)
Böylece Haziran 1929 tarihli Resimli Ay’a geliyoruz. Bu sayıda, yıkılması gereken ilk putun Hamit olduğu işaret edilir. Hamit, o sıralar “üstad-ı âzam.” (Nazım önüne gelene üstat deyivererek bununla da dalgasını geçmiştir. Öyle bir hal almış ki, gerçek üstatlar artık kendilerine üstat denilmesini istememeye başlamışlar. Biz de önümüze gelene “başkan” mı desek acep?) Herkes Hamit’in nasıl bir tepki vereceğini merak etmiş. Hamit, diğerleri gibi laf yetiştirmemiş, onun yerine Nazım’ı yemeğe çağırmış. Herkes cayırtı kopacağından eminmiş. Ve fakat yemeğin sonunda Nazım, Hamit’e neredeyse hayran olarak ayrılmış; Nazım’ın kendi yazısından okuyalım: “Oda loş… Ak saçlı kocamış ozan, içine bir çocuk gibi gömüldüğü geniş, büyük koltukta oturuyor. Lambanın ışığı, omuzlarını yalayarak, koltuğun üstünde duran sağ elini aydınlatmış. (…) Ben ki el öpmemişim, eğildim, öptüm bu eli.”
Meğer hikaye burada bitmemiş, devamını da Salâh Bey’den dinleyelim mi? Dinleyelim (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, sayfa 40):
Hamit’in dahi, daha doğrusu dahiiazam sayıldığı yıllardır onlar. 1927 yılında Resimli Ay dergisinde Nâzım Hikmet putları devirirken Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in yanı sıra onu da tahtından indirecek ve Hâmit buna büyük gözyaşları dökecektir. Dostlarına da: “Ben dâhi değilim, vahiyim vahi” demek zorunda kalacaktır. Ama beri yandan Nâzım Hikmet’i öğle yemeğine de çağıracak ve yemek arasında şöyle diyecektir: “Açtığınız kampanya haklı bir kampanyadır. Biz de gençliğimizde aynı yollardan geçmiştik. Servetifünuncular, Fecriaticiler de aynı şeyleri yapmıştır. Eskiler yıkılmadıkça yeniler filiz veremez.”
Nâzım da bu sözler karşısında iyisinden şaşıracak, ayrılırken de Hâmit’in ellerine sarılıp öpecektir.
Ne var, Hikmet Feridun gelip de bir gazete adına Hâmit’le konuşmaya kalkışınca Nâzım’a duyduğu sevginin gerçeğe dayanmadığını ortaya çıkaran sözler de edecektir: “Ben hak tanıyan adamım. Nâzım Hikmet’i türünde beğenirim. Yeteneği var. Ama pek sınırlı. Biraz çeşitlilik gerek değil mi? Söz gelişi ben her türde yazarım. Zembereksiz nazım bile yazdım.”
Hâmit o yılarda Cuma günleri Maçka’daki evine topladığı edebiyatçılara da şunu fısıldayacaktır: “Nâzım Hikmet Bey benden yanlışsız bir sayfa okuyamaz.”
Ezcümle; ben de diyorum ki: Darısı başımıza inşallah! Bu zamanın putları Hamit kadar kalender de değil zaten, kesme şeker gibiler, yağmura yakalansalar eriyecekler ama tek bir damla yağmur yok üstadım, tek bir damla yok!
7.Nisan.16 Perşembe
Resneli Niyazi Bey köşesine hoş geldiniz!
1- İlhan Durusel’in Kısa Kısa Kıssalar adlı kitabından:
Ayağında Eskimiş
Ayağında eskimiş ayakkapları. Dünyanın sonu
geliyormuş o pabuçlarla.
Rap-rap-rap geçmiş pasajdan Resneli Niyazi.
Geyiği tıp-tıp-tıp arkasından gelmiş.
Derler ki oranın pirzolası öyle meşhur olmuş.
2- Resneli Niyazi’nin hatıratından:
Yolda çeteye katılmak üzere o gün Manastır’dan birkaç gün önce kaçmış olan altı jandarma, birkaç sivil, yanlarında bir geyik olduğu halde bize katıldılar. Birliğimize kabulleri hakkında cemiyet tarafından yazılı güven belgesini gösterdiler. Tüm gözler iki yaşını bitirmemiş olan bu geyiğe çevrilmişti. Kimi karaca, kimi geyik olduğunu ortaya atıyordu. Jandarmalardan biri bu bilmeceyi çözdü, bunun henüz iki yaşını tamamlamamış dişi bir geyik olduğunu ve Prester sırtlarında önlerine çıkan bu hayvanın okşamalarına aldanarak kendilerini çekinmeden izlediğini anlattı. Herkes bu hayvanı okşuyor, seviyor, kutsallığına inanıyordu. Davranışındaki insana yakınlığı gönüllerimizi kendine bağlayan bu sevimli yaratığı bize gönderen Tanrı’ya şükürler ediyor, bu gelişte bir hayrın, Tanrısal bir müjdenin işaretini görüyorduk. Daima önde giden ve askerin önünde sıçrayan geyik, adeta bize kılavuzluk ediyor. Bir içgüdüyle bizi amacımıza doğru koşturuyordu.
3- Resneli Niyazi’nin, askerleri ve cephanesiyle dağlara çıkarken Manastır ahalisine ve dahi tüm cihana bildirdiğidir:
Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.
4- Bendenizden:
Niyazi’nin Geyiği
Ben Kolağası Ahmet Niyazi, nam-ı diğer Resneli Niyazi, nam-ı diğer Kahraman-ı Hürriyet. Ömürlerimiz gibi, isimlerimiz ve ünvanlarımız da fani. Şimdi benim adım yalnızca Niyazi. Anam babam Bektaşi, Arnavutuz ayıptır söylemesi. Çok özlüyorum karımı ve de geyiğimi. Muhafazakar gazeteler, bir kavgayı ayırırken öldüğümü yazıyorlar. Tarih de garip bir icat azizim. Nasıl yazarsan öyle gidiyor, öyle sanıyorlar. Boşuna dememiş demek ki Mustafa o meşhur vecizini… Madem tarih tekerrürden değil de tefekkürden ibaret, o halde şimdi benim sıram mirim; işte budur benim ol tefekküratım, budur benim ol tarihim: Ya çıkmasaydım ben dağlara dağlara!
8.Nisan.16 Cuma
Sigarasını yakmak için ateş isteyenlerden ciltlerce kitap çıkar. Biz şimdilik aydın havası çalalım. Efendim, ateş isteyenler temelde üçe ayrılırlar:
Birinci gruptakiler size, kendilerinin ateşçibaşıymışsınız gibi davranırlar. Siz, ona ateş yetiştirmek için doğmuşsunuzdur zaten. Bu durumda, elbette, teşekkür etmelerine gerek yoktur. Sizin ona ateş vermekle mutlu olacağınızı düşünürler. Bu gibi insan görünümlü kabalık abidelerinden uzak durunuz.
İkinci gruptakiler insandır. Ateş isterken sözle (çakmağımı yukarda unutmuşum) ya da mimik ve jestlerle (kusura bakma bilader derler elleriyle ya da gözleriyle, anlarsınız) size teşekkür etmiş olurlar zaten. Ama yetinmezler, çünkü insandırlar, bir de sesli sesli teşekkür ederler. Bu gruptakilerle günün birinde arkadaş olabilirsiniz, muhtemeldir.
Üçüncü gruptakiler önemsiz ama anmakta fayda var. Bunlar daha ziyade ergenlikten hiç çıkamamış (ve çıkamayacak olan) erkek arkadaş çevrenizdendir. Bir ateş aracı olan çakmakla ilgili bin kere tekrarlanmış manasız (ve dahası komik olmayan) belaltı espriler yaparlar. Bunlardan kurtuluş yoktur, o yüzden bolca sabır diliyoruz.
Onur Çalı
Nâzım Hikmet'in Putları Yıkıyoruz kampanyası üzerine dönemin karikatüristlerinden Ramiz Gökçe bir karikatür çizer. Abdülhak Hamit, bir ağaç olarak çizilmiştir. Nâzım ise elindeki taşı ağaca atmaktadır. Tahmin edileceği üzere karikatürün altında \”Meyve veren ağaç taşlanır,\” yazmaktadır.
Resneli Niyazi Bey Köşesine EK:5- İşe bakın, Niyazi Bey bir gece sabaha karşı iki yüz fedaisi ile dağa çıkıyor… Bunun bir padişahın tahtını ters yüz edeceğinden emin de değildir, değildir çünkü aklının bir köşesinden şunlar geçmemekte midir? Padişahın topu tüfeği, parası pulu, ordusu donanması, dünya kadar dostu vardır ve bunlar iki yüz kişilik manevra taburuyla deli rüzgârlara baş bağlayıp dayler dayler diyerek kendilerini dağlara vuran kahraman-ı hürriyet ve nam-ı diğer geyikli Niyazi Bey ve taifesine vız gelip tırıs gidecek midir?Kumandanım, her şey iyi, güzel, hoş da biz Allah'ın Rumeli dağlarında aç susuz kalmaz mıyız, köy çapulcusu olmaz mıyız? Köyler bizi yaşatır mı, zaptiyeye ihbar etmez mi?Bunun üzerine Niyazi Bey'in geri dönüp alayın kasasını kırarak içinden 2000 kuruşu iaşe ve ibate için borç alıp sonra da namusuyla ödeyeceğine dair bir de makbuz bıraktıktan sonra yüreği serin, ver elini dağlar diyerek gelecekte şanlara, zaferlere, acı yenilgilere, yaşarken unutulmuşluklara doğru bir kahramanca gidişi vardır ki.Niyazi Bey, Niyazi Bey, yazlar bitmeden bir yazını da bana ayırır mısın? Resne'ye gidelim ve kuş olup uçarak, geyik olup rüzgârı önümüze katıp sürerek bir koşu Ohri'ye gidip su kenarında karşılıklı birer brandy içer miyiz, söz mü?Tarık Dursun K. (Yaz Sahiden Bitmeden, Varlık Dergisi, Ağustos 2005)