b2a70-adada

Çimenlere uzanmış yatıyorum. Üstümden bulutlar geçiyor, her seferinde başka şeye benzettiğim silik, uçucu hayaller. Hortumu gövdesinden büyük bir fil, havlamak üzere ağzını açmış köpek, bir fincan kahve. Fincandan çıkan duman döne yüksele köpeğin üzerinden geçiyor, filin hortumuna değecekken tam, dalların arasında kayboluyor. Bitti, bulutlar da gitti, artık yalnız dallar ve yapraklar. Birbiri üzerine binen dallar onlarca yerinden çatallanarak gökyüzünü parçalara ayırıyor, boş fotoğraf çerçeveleri gibi. Yeşil kuyruklu çok güzel bir kuş çerçevelerden birinin köşesine kondu. Ne kuşu bu? Kendisi bile bilmiyorsa ne fark eder, varsayalım ki saksağan. Başka birisine anlatmayacağıma, bugün çok güzel bir saksağan gördüm demeyeceğime göre ne işime yarar. Başını çevirdi, uzun kuyruğunun üstünden uzaklara bakıyor. Bu zarif hareket benim için. Telefona uzanan elimi durdurdum. Parlak yeşil tüylerine bakacak sonra unutacağım onu. Geldiği gibi, hafif bir hareketle çıkıyor çerçeveden.

Ne işim var burada? İnsan neden bir ağacın gölgesine yatar ya da neden üstüne uzanan dallarına bakarak hayaller kurabileceği bir ağaç arar. İyi ya işte, daha bir hafta önce toplantının ortasında pencereden dışarıya bakıyor, böyle bir tembelliğin hayalini kuruyordum. Ne değişti? Serçeler her zamanki aymazlığıyla daldan dala uçmayı sürdürüyor ya, ona bozuluyorum belki. İçinde bulunduğum durum biraz saygıyı hak ediyor. Çünkü ben beş gündür, her sabah sekiz buçukta bir mesai titizliğiyle geldiğim bu ormanda simidimin yarısını onlarla paylaşıyorum. Çünkü simit dâhil hiçbir şeyimi paylaşmadığım Serkan bile işten çıkarıldığımı duyunca başını telefondan kaldırıp bir süre yüzüme manasızca baktı. Ötekiler de üzüldük falan dediler. Üzülmüşlerdir. Kahve içmek için toplandıklarında kulaklarımı çınlatır, birkaç güne kalmaz unuturlar. Serkan’ı boş ver, onlar ne der acaba? Yıllardır, her sabah günaydın dediğim, öğlen birlikte yemek yediğim bu insanlar, ben yokken arkamdan ne konuşur? Göğsüme bir şey düştü, küçük bir meşe palamudu. Gömleğime işlenmiş bir arma gibi duruyor. Bundan sonraki kariyerime, Meşe Palamutları Daire Başkanı olarak devam etmeliyim belki de. Elime aldım, ışığa tutup dikkatle inceledim. Yüzeyi pürüzsüz, belli belirsiz çizgileri var. Önce bu meşe palamudundan başlamalı, sonrası kendiliğinden gelir. Birkaç haftaya kalmaz ormanın dilini çözmeye başlarım. Mesela ağacın yosunla kaplı kısmına sırtımı verdiğime göre, demek ki kuzeye bakıyorum. Bunu bilmeyecek ne var, ben asıl rüzgârları, kuşları, ağaçları tanıyan bir adam olmak isterdim. Öyle türünü, hangi iklimde yetiştiğini bilmek değil ama, ağaçları gölgesinin serinliğinden, kuşları sesinden ayırt edebilmek. Sözgelimi geçmişte yaşadığım bir olay ne zamandı hatırlayamadım, işte o zaman çiçek kokularını anımsamalıyım. İsterdim böyle olmayı, olmadı. Bazen tek bir bilgi adamı başka birisi yapmaya yeter. Esin de ister böylesini. Dün gece bir sürü zırva anlattım ona. Pazartesi günü yaptığım sunumu çok beğendiler, dedim, başka müdürlükler için de benzer bir sunu hazırlamamı istiyorlar. Çok yoruyorsun kendini, dedi güzelim. Siyah saçlarına kapanıp ağlasam yeriydi. Pişkin pişkin televizyon izlemeye devam ettim. İlk fırsatta söyleyeceğim, belki bu akşam. Beni anlamasını istiyorum. Yanlış anlarsa o başka tabii. Şimdiden su koyvermeye başladım. Anlaşılmak falan değil derdim, istediğim gibi anlaması, haklı bulması yani. Off, kafamın içinde ne çok ses, ne çok gürültü var. Düşüncelerim bulutların üstünü örtüyor.

Gözlerimi kapadım. Rüzgâr üzerimde dolaşıyor, ağaçların arasından süzülerek geçiyor. Bazen bir tanesini belinden yakalayıp sertçe silkeliyor. Böyle olunca dalların sesini duyabiliyorum. Birbirine yaklaşan, uzaklaşan dallar önce en zayıf yapraklarını döküyor. Bir çocuk vardı, Can.

Herkes ceviz ağacına tırmanabilir, demişti.

Yalan söylüyordu, herkes tırmanamazdı. Öncelikle bir ceviz ağacı bulmak gerekliydi, sonra benimki gibi altı kauçuk spor ayakkabıları ve bir sebep. İnsan durup dururken bir ceviz ağacına neden tırmansın ki. Gülümseyen, meraklı bakışlarla izleyen, bukleleri yanaklarını örten bir sebep gerekirdi. Aşağıda iki kişiydiler. Zeynep gözlerini açmış hayranlıkla bana bakıyordu. Onu ilk defa yukarıdan görüyordum, buradan da güzeldi. Can hırçınlaştı, bir ayağını yere vuruyor, diretiyordu.

Herkes tırmanabilir ama orada duramaz, düşmeden duramazsın.

Onu haklı çıkarmak istemiyordum. Yorulmuştum, sağlam bir yere basabilsem kollarımı dinlendirebilirdim. Ağaca tırmanırken yardımcı olan kauçuk ayakkabılar işimi zorlaştırıyordu. Gökyüzü yer değiştirdi sonra, dalların arasında kayboldular. Gözümü açtığımda Zeynep’i gördüm önce. Gözlerindeki hayranlık, yerini düş kırıklığına bırakmıştı. Can’ı o zamanlar hafife almışım, haklıydı.

Bu korkuyu ilk o gün tatmıştım, yıllar sonra yine aynısı. Bütün korkulara isim verip geçiyoruz. Buna ne ad vermeli? Daldan düşme korkusu desem, bir tek ben anlarım. Karşıdakini hayal kırıklığına uğratma korkusu daha iyi. Nasıl söylerim, kapıdan girince mi, akşam yemeğini mi beklemeli? Yarın söylesem, önce iş yerindeki sıkıntılardan söz etsem. Meşe palamudumu cebime atıp bir çırpıda ayağa kalktım. Üzerimdeki tozu, yaprağı silkeledim, ayakkabımın çamurunu temizledim, kravatımı düzelttim. Meşe Palamutları Meclisi’ne gireceksem önce orman perilerine beğendirmeliyim kendimi. Eve gideyim, dedim, Esin’in karşısına geçeyim, o ağaçtan benimle birlikte düşebilecek mi, bunun için sebebi var mı göreyim. Başka türlü bir korku uyandı içimde, umduğunu bulamama korkusu. Baktım hava kararıyor, eve dönme korkusu. Sonra sahile indim. Deniz kenarında yürüdüm. Taş sektirdim. Martılara baktım.

Derya Sönmez

Çizim: Burcu Firdevs Demirağ