13.Mayıs.16 Cuma

Yüksel’e çıkan yürüyen merdivenlerde önümde dört beş yaşlarında bir velet ve validesi. Veledin adının Poyraz olduğunu öğreneceğim sonradan. Poyraz, yağmurun bıraktığı lekelere, rüzgarın dağıttığı Kızılay’a bakıp “Her yer bok gibi olmuş anne!” deyiverdi. Anne hafiften çekiştirdi çocuğu ve cezayı kesti: “Poyraz! Ne biçim konuşuyosun öyle, Kinder yok sana bundan böyle!” Poyraz bir an duraksadı ve gene yumurtladı: “İyi tamam anne de her yer bok gibi!” 

14.Mayıs.16 Cumærtesi 

“Takılar takınacak, alımlanacaktı çıplak usum: Seni yanıltmak istemiyorum, inançsızım ben ama inançların çevresini, çitlerini, bahçelerini görmek istiyorum,

İnançları şenelten insanları görmek istiyorum,

kopmak istemiyorum o insanlardan, diyecektim.”

Hulki Aktunç, İnce İnce Haller öyküsünden.

19.Mayıs.16 Perşembe

Can Baba’dan:

Bugün Ondokuz Mayıs,
Mayısın ondokuzu!
Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu,
Sen ey ülkemizin geleceği,
Ulusumuzun gözbebeği,
Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan,
Ranzalarda parende atan
Sportmen ve kahraman Türk Gençliği,
Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,
Ama herzaman Samsuna çıkılmaz a,
Bu sabah da avluda volta atmağa çık!

21.Mayıs.16 Cumærtesi

Eve yürüyordum. Caminin avlusundan bir gül taşmıştı kaldırıma. Sarı bir gül. Koparıp sevgilime götürmek istedim, hoşluk olsun diye. İnat etti sarı gül, kopmadı. Elime diken batırdı. Direniyordu. Sarı bir gül. O sırada dışarı çıktı imam, göz göze geldik. Mahcup oldum. Sanki, Cuma’ya bile gelmiyorsun gibi bakıyordu, bir de güllerimizi koparıyorsun! Ben hiç girmedim ki camiye, girmem ki. Gene de mahcup oldum işte. Nedensiz. Hala direniyordu. Sarı bir gül. Hocayla göz gözeydik. Hala. Sonunda tuttum, ısırarak ayırdım gülü. Yurdundan. Gülü çiğnemiş oldum. Sarı bir gülü.

Hocam, orucum bozulmuş mudur?

22.Mayıs.16 Pazar

İlhan Durusel, öykücülüğümüzde, edebiyatımızda cins bir isim. Başkalarına benzemeyen, başkalarının çok benzemediği bir yazar. Dilin belini (incitmeden, kırmadan) getiren, insanın zihnini Türkçeyle kamaştıran yazarlar soyundan. İlhan Berk gibi, Hulki Aktunç gibi, Salâh Bey gibi. YKY’den (Kim demişti Yalnız Kaldım Yine diye?) çıkan yeni kitabı Yavaş Ateş’te, İlhan Durusel bağzı yazarlar, şairler ve hatta şarkıcılar üstüne (altına, yanına?) yazmış. Kendi deyimiyle, “serbest” ve “kişisel” metinlerden oluşuyor kitap. Bu metinler, kimi zaman şiire çok yaklaşıyor. Hatta daha açık olmalı; bazı metinler bildiğimiz şiir!

Slyvia Plath’li metinde (Mutfak Robotu) bakınız ne yazmış İlhan Durusel:

“Çorbayı metal öğütücüden geçirdim: yürek, ciğer, havuç, acıturp, kereviz.

Bak, kök sebzeleri ve sakatat, hepsi aynı kıvamda şimdi. Şimdi… şiir de böyle bir şeydir işte.

Bütün hayatın blender’dan geçmiş hali.”

Alıntıya boğma istemiyorum sizi ama gerçekten çok güzel cümleler var. Ben en çok İlhan Berk’li metni (Halikarnasoslu Çiviler, Menteşeler) sevdim: “Eski Ahit benden yaşlıymış, benden çok yaşamazdı böyle şiirli olmasa.”

23.Mayıs.16 Pazarertesi

James Joyce (JJ), Eleştiri ve Deneme Yazıları’nda (Çeviren: Fuat Sevimay) yer alan bir yazısında, Mihail Munkacsy olarak bilinen Macar ressam Michael Leo Lieb’in Ecce Homo adlı eserinin “başlı başına bir drama” olduğunu söylüyor ve uzun uzun anlatıyor resmi. İşte o resimden bir ayrıntı, JJ’nin sözleri eşliğinde:

5c2a1-194

İsa’nın yüzü direncin, tutkunun –kelimeyi tam anlamıyla kullanıyorum– ve gözüpekliğin enfes bir tasviri. Belli ki kalabalığın bağırış çağırışı umurunda değil. Onlarla hiçbir ortak yönü olmadığı aşikâr ve ırkına dair özelliklerini muhafaza ediyor. Ağzını kahverengi bir bıyık çevreliyor ve yanaklarından kulaklarına kadar, taranmamış ama düzenli, aynı renkte sakalı uzanıyor. Alnı kısa ve kaşlarını ön plana çıkartıyor. Burnu Yahudi burnu ama aynı zamanda keskin kartal hatlara sahip, burun delikleri ince. Solgun mavi gözleri, şiddetli bir ıstırabın kusursuz temsili olarak kaşlarının altında hafif açık. Keskin ama vurucu değiller ve kısmen büyülenmiş bir şekilde kısmen de acıyla göğü delip geçiyorlar. Tüm yüze bakacak olursak, dünya nimetlerinden vazgeçmiş, adanmış ve tutkulu bir adam görebiliriz. Çile yolundaki İsa’nın giysisi, cenderesini yansıtacak şekilde kırmızı. Edebi şekilde ifade etmek gerekirse, “İstediğiniz kurban karşınızda.”

24.Mayıs.16 Salı

Her yerde vardır, eminim siz de karşılaşmışsınızdır. Ezana havlayan köpek. Ya da başka bir deyişle, imanlı köpek. Sabah ezanına hele, bir havlarlar ki!

Es-salatu hayrun mine’n-nevm.

* * *

musica

Efeler, vurulan ölen arkadaşları için kızanlarına oynatırlarmış bunu, yas niyetine: Bergama Bengisi

* * *

Bir Film Bir(kaç) Cümle

Taksi Tahran: Cafer Penahi’yi bilir misiniz? Hani film yapması İran yönetimince yasaklanmış olmasına rağmen gizli gizli film yapıp direnen adamı diyorum. Hah, işte onun son filmi. İzlemek farz, diyorum. Ne kadar kısıtlansa da yaratıcılık kendine bir çatlak, bir yol bulur, diyorum.

Sefer Tası: Bazen yanlış tren seni doğru istasyonda indirir. Muazzam bir dağıtım sistemi kurmuş olan sefer tası taşıyıcıları bile yanılır hayatta. Buradan bir hikaye doğar. Bir Carver öyküsünden aldığım tadı aldım ben.

Aslı Gibidir: Daha önce Sevmek Gibi’sini (Like Somone in Love) izlediğim ve pek beğendiğim Abbas abinin “yabancı” dilde ve “ünlü” oyuncularla çektiği ilk film imiş. Sanatta ve dahi hayatta “orjinal” var mıdır? Karı-koca taklidi yapan bir kadınla bir erkeği, gerçekten karı-koca olan bir kadınla bir erkekten ayırt edebilir misiniz? (Filmi bırakıp sadece Toscana sokaklarını, zeytinlerini ve şaraplarını bile izleyebilirsiniz.)

Neden Tarkovski Olamıyorum…: Çünkü Tarkovski değilsin. Çünkü filmde gözümüze sokulan Takovski’nin sözünü tamıyla yazalım: “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.” Çünkü zaten, aslında, Tarkovski olman da gerekmiyor. Bu anlamda, filmdeki yazar Hasan karakterinin (Menderes Samancılar) söyledikleri manidar. Hasan ilgimi çekti benim. Söz gelimi, ödüllü kitabının yabancı bir dile çevrileceğini gazeteden öğreniyor. Bakınız: Çakal ve tüccar yayınevleri meselesi. Telif vermeyen, emek sömüren “solcu” yayınevleri. (Bir de bunlar zamanında bankadan yayıncı olmaz diye ortalığı velveleye verdilerdi. Peh!) Ezcümle: Tarkovski olmak gerekmiyor ama bu “ortam”dan zaten çıkamaz Tarkovski!

Köpek Dişi (Kynodontas): Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un ilk filmi. Sarsıcı mı? Evet. Tuhaf mı hatta? Evet. Rahatsız edici mi? Evet. Düşündürüyor mu bağzı kavramlar üstüne? Evet. Ve fakat sevdim mi? Hayır. Ben bu yoğurdu başka türlü yiyen yönetmenleri seviyorum. Istakoz’unu (The Lobster) da sevmemiştim zaten Yorgos!

Ve perdeler kapanmadan son bir oyun…

Son Tango: Ankara DT oyunu. Tango, dans edebilen kederli bir düşüncedir.

* * *

Siz nasıl söylersiniz?

a) Hayat memat meselesi.

b) Ölüm kalım meselesi.

c) Ölüm kalım sorunu.

d) Çoq önemli kanqa!

e) Hiçbiri. Söylemem ben böyle bi’şey.

* * *

Mini-film: Sigarayı Bırakmak 

Sahne 1: İki arkadaş öğrenci evi kılıklı bir salonda otururlar. Televizyon açıktır, müzik açıktır, salona duman çökmüştür, kül tablaları dolup taşmıştır.

Sahne 2: Adam 1, yastığa başını koyduğunda yüzünü buruşturur. Lan bıraktım sigarayı, yarın içenin var ya…

Adam 2 de aynı şeyleri, aynı şekilde düşünür, söyler.

Sahne 3: Sabah iki arkadaş kalkar kalkmaz, kahvaltı hazırlarken daha, birer sigara yakarlar.

– SON – 

25.Mayıs.16 Çarşamba

Leylâ, Zalım Leylâ!

Leylım

Leylâ, Cânım,

Leylâm, Merhametsiz Ömrüm,

Leylâcık,

Evet, doğru tahmin ettiniz. Ahmed Arif böyle seslenmiş Leyla Erbil’e, yazdığı mektuplarda.

Benim orasından burasından cımbızlayacağım güzelim mektuba (14 Şubat 1956) ise Leylâ Usta, diye başlamış.

Dertleşiyor, kur yapıyor, yakınıyor, kendini anlatıyor, Leyla’yı övüyor. Burnunu bile: “Yüzünü, sesini bir özledim ki sorma. En çok da burnunu. Şaka değil. Nezleysen bir kâğıda silin de gönder ben de olayım. Hasretim soğuklara, belâlarına…”

Yakınıyor, küfrü basıyor, öfkeleniyor, yine sözcüklerle okşuyor sevdiğini: “Candan aziz, iki gözüm, Leylâcım, UY HAVAR çıktı. Kaynak’ta. İki mısrâı yanlış. S..mişler anasını şiirin. Sende var ya, önemli değil ötesi.”

Jürilere de giydiriyor. Biliyorum siz politik doğrucusunuz, sizi rahatsız eder böyle cinsiyetçi ifadeler ama bu seferlik affedin: “Ha, Varlık’ın yarışma sonucunu gördün mü? Âman Âman Hey’le UNUTAMADIĞIM’ı katmıştım. Tabii küçük jürinin insaf (daha doğrusu insafsızlık ve namussuzluk) barajını bile aşamadık. Türk şiirini, edebiyatını bu fikir p…….lerinin, bu o….. karıdan beter heriflerin tekelinden çekip almalıyız. Borç bize bu.”

Demek ki bu jüri, yarışma işleri hep böyleymiş abiler ablalar.

Bir de şunu diyor Leyla’sına, Ahmed Arif: “Allah gibisin, şıp diye bitiverirsin içimde.”

Keşke yayımlanmasaydı bu mektuplar.

Onur Çalı

Başlık, İlhan Durusel’in Yavaş Ateş kitabından alıntıdır.