Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında, ekmek derdinde olan insanların hayata tutunma mücadelesi Çukurova’nın çarpıcı atmosferinde gerçekçi bir dille kaleme alınmıştır.
Tanzimat döneminde köyden bahseden realist bir hikâye yazılmışsa da asıl Cumhuriyet döneminden sonra köyü ve köylüyü bütün çıplaklığıyla ele alan romanlar yazılmaya başlanmıştır; Orhan Kemal bu yazarlardan biridir. (Tanpınar, 1997, s. 294)
Yolculuğu tamamlayabilen ve köyüne elinde gazocağı ile bir masal kahramanı gibi dönen Yusuf’un romandaki işlevi nedir? Yusuf, çalışkan bir köylünün de şehirdeki zor koşulların üstesinden gelerek amacına ulaşabileceğini kanıtlayan olumlu bir karakter mi yoksa bireysel çıkarları için değişen bilinçsiz işçiye örnek olarak sunulan olumsuz bir karakter mi? Bu yazıda bu gibi sorular, romandaki ezen-ezilen, şehirli-köylü çatışması, sömürü düzeni ve kapitalizm eleştirisi ekseninde incelenecektir.
İflahsızın Yusuf’un bir süre Sivas’ta çalışmasının dışında, üç köylü arkadaş için büyük şehir ilk deneyim olacaktır. Bu yüzden, şehirden ve şehirliden yana temkinli olmak gerektiğini düşünürler. İflahsızın Yusuf, hem kendi tecrübesine hem de akıl hocası emmisinin sözlerine dayanarak her fırsatta arkadaşlarını uyarmaktan ve biraz da bilgiçlik taslamaktan çekinmez: “Emmim derdi ki, uşaklar derdi, gurbete düştünüz mü siz siz olun, sılayı içinizden atın derdi. Atamadınız mı yandınız derdi” (Kemal, 2008, s. 2).
En büyük umutları, Çukurova’da ekmeklerini kazanıp bir süre sonra memleketlerine birkaç kuruşla dönmektir. Köse Hasan, kızının isteği olan bir saç tokasıyla, bir de üstü dişli tarak almanın hayalini kurarken, Yusuf “yılan ıslığı gibi seda veren” bir gazocağı almayı düşler.
Trende tanıştıkları kişiler, üç arkadaşa şehirle ilgili bilmedikleri konulardan bahsederken Yusuf hep zaten biliyorum havasındadır. Arkadaşlarına da “sen bilmezsin!” diyerek sık sık hava atar. Öte yandan hemşerilik, arkadaşlık, kardeşlik duyguları yolculuğun başında hâlen ağır basmaktadır: “Lâkin biz biz olalım şehir yerinde göz kulak olalım kendimize kardaşlar. Neden derseniz, şehir yeri köy yerine benzemez. Şehir adamı köylüyü cin çarpar gibi çarpar. Birbirimize iyice sarılalım, el sözüne kulak asmayalım. Anca beraber, kanca beraber!” (Kemal, 2008, s. 2).
Başta beraber hareket etseler de Pehlivan Ali ve Köse Hasan, Yusuf’a tam güvenmezler. Ali Köse Hasan’ı bir kenara çeker.
— Hepimizinki de bir ekmek derdi oğlum. Cigaraları ben veriyorum der de kapıcının gözüne o girer, biz kenarda kalırız. Yusuf’u bilmez misin?
— Bilmez olur muyum? Tatavacının biri! (Kemal, 2008, s. 38).
Eserin ilerleyen bölümlerinde, Yusuf’un emmisinin sözleri, kurnazlığın yanı sıra hor görülmeye razı olma gibi farklı ahlâki boyutlarda ortaya çıkar:
“Emmim derdi ki, siz siz olun şehirlinin fendine düşmeyin. Sizi vallaha yek ekmeğe muhtaç ederler derdi.”
“Emmim derdi ki, siz siz olun şehirlinin suyuna göre gidin, şehirli ak derse siz kara demeyin derdi.”
“Emmim derdi ki, siz siz olun, şehirlinin sakalına göre tarak vurun derdi.” (Kemal, 2008, s. 361)
Hemşerilik ve arkadaşlık, kırsal kesimde taşıdığı değeri giderek yitirir. Herkes kendi derdindedir. Bencillik, güçlüden yana gözükme, para hırsı, etik değerlerin çok üstüne çıkmıştır. Köse Hasan, köyden birlikte yola çıktıkları Yusuf ve Ali tarafından hasta yatağında ölüme terk edilir:
“Onu hemen unuttular. Somunlarını bölüp aralarına tahin helvası parçalarını yatırıp iştahla yemeye başladılar. Köse Hasan aç değildi ama arkadaşlarının hiç olmazsa buyur etmelerin bekliyordu. Etmediler. İçlendi. Böğründeki sancıyı daha kuvvetle duymaya başladı. Anca beraber kanca beraberdi sözde. Hani? Neredeydi? Demek düşmeye görmeyeydi insan… Ne deyip de artlarına takılmıştı sanki.” (Kemal, 2008, s. 78)
Yusuf yolculuğun ortasında çeşitli engellerle karşılaşsa da biraz şansı, biraz açıkgöz oluşu, biraz da göze girme çabaları ve dilinden düşürmediği amcasının öğütleriyle kendince bunları aşar: “Yusuf, Kılıç Usta’nın bir dediğini iki etmiyordu. Hatta birinde Kılıç Usta’nın apteshane ibriğini doldurup koşturacaktı ki, usta önlemiş, ‘olmaz!’ demişti.” (Kemal, 2008, s. 134)
Yusuf dönüşte istediğini elde etmiş olarak başladığı yere döner. Köylerinden ekmek derdiyle kente gelen işçiler, kentte yoksulluğu, ezilmişliği daha şiddetli biçimde yaşarlar, birçoğu tıpkı Köse Hasan ve Pehlivan Ali gibi köyüne dönemeden ölür.
Yusuf kente uyum sürecini kendine göre tamamlarken kimseyi beğenmez olur. Artık amcasına, duvarcı ustalığını öğrendiği Kılıç Usta’ya, hatta şehirlilere bile üstten bakmaktadır: “Ben bu ustalığı esas Kılıç Usta’dan belledim a, şimdi Kılıç Usta’yı mılıç ustayı çok geçtim, yanımda vızırtı. Benim ördüğüm duvarı her usta örebilir mi?” (Kemal, 2008, s. 359)
“Diyeceğim, bu şehirli kısmı pek enayi oluyor, sözüm meclisten dışarı.” (Kemal, 2008, s. 361)
Yusuf köyüne döndüğünde gurur doluyken aklına Hasan ve Ali gelir, öfkelenir çünkü ölümlerinden dolayı hem kendini suçlu hisseder hem de gaz ocağını, sırtlığı ortaya çıkarmasının yakışık almayacağını bilir. Ben duygusu kanına öyle işlemiştir ki arkadaşlarının ölümüne üzülse de köydeki eşe dosta hava atamamak sanki daha çok canını sıkar.
Romandaki olayların cereyan ettiği çevrelerde, tam bir yoksulluk ve sefalet durumu hâkimdir. Hastalık ve ölüm sürekli kol gezer. Bütün ırgatlar her işlerini dışkılarının üzerinde halletmektedirler. Dışkılarının üzerinde uyurlar, orda yemek yerler, hatta dışkılarının üzerinde ilişkiye girerler. Ali ile Fatma dışkılarının üzerinde ilişkiye girmişlerdir ve bundan en ufak bir utanma, sıkılma veya rahatsızlık duymamışlardır. Bir keresinde de ırgatların yemek yediği tabağa bir çekirge gelmiş, ırgatlardan biri çekirgeye tabağın içinde ezip öldürmüştür. Diğer ırgatlar da hiç çekinmemiş, ekmeklerini o tabağa banmaya ve yemeklerini yemeğe devam etmişlerdir.
Roman kişileri, ağır çalışma koşullarına rağmen yeterli para kazanamadıkları ya da kazandıkları parayı biriktirmek zorunda oldukları için en temel gereksinmelerini bile karşılayamazlar. Çalışma, barınma ve beslenme koşulları insanlık dışıdır. Çareyi sigara ve esrar içmekte, kumar oynamakta, geneleve gitmekte bulurlar. Ali’nin batöze bacağını kaptırarak ölümü, söz konusu insanlık dışı çalışma koşullarının bir sonucudur.
Orhan Kemal Bereketli Topraklar Üzerinde‘de köylülere çok kötü davranıldığını; onların inanılmaz zor şartlar altında nasıl yaşam mücadelesi verdiklerini gözler önüne sürer. Ali karakteri kaldığı yerde uyurken rüya görmüş ve ırgatbaşı ona “senin rüya görmeye ne hakkın var, sen kim oluyorsun!” diyerek çıkışmıştır. Burada ırgatlara yapılan zalim muamele çok açıkça görülür. Zaten romanda ırgatbaşıları ırgatlara “ayı”, “ulan it” diye seslenirler. Kendileri de birer ücretli olan ırgatbaşı, amele çavuşu, kâtip gibi ara kademe çalışanlar; ırgatlara ve işçilere karşı acımasızdırlar. Haftalıklarından pay alarak, çay ve esrar satarak, kumar oynatarak işçilerin ve ırgatların sırtından geçinirler. Gerektiğinde işçilerin ya da ırgatların işlerine son verebilirler ya da onları daha ağır işlere gönderebilirler. Çoğu zaman fabrika ya da inşaat sahibinin, çiftlik ağasının bu durumlardan haberi bile olmaz.
Irgatlar da kendilerine yapılan bu muameleyi kabullenmişlerdir. İşçi ve ırgatlar, söz konusu koşullara karşı başkaldırmaları için kendilerini bilinçlendirmeye çalışan arkadaşlarına karşı kayıtsız davranırlar. Çoğu zaman, güçlü olandan yana tavır almayı tercih ederler. Irgatlar yapılan muameleye karşı “ağamızdır yapar” dedikleri için Zeynel ve Halo Şardin’in ayaklandırma çabası boşa gider.
Yusuf örneğinde olduğu gibi, kentte tutunabilmek, para kazanabilmek için kentlilere yaltaklanmak, aşağıdan almak gerekir.
Romanda köylü şehirli çatışmasının yansımasını özellikle Yusuf’un emmisinin sözlerinde çok sık görmek mümkündür. “Emmim derdi ki siz siz olun şehirlinin fendine düşmeyin. Sizi vallaha yek ekmeğe muhtaç ederler derdi. Emmim derdi ki…” (Kemal, 2008, s. 361)
Romanın sonunda Yusuf’taki değişimle beraber yine bir köylü-şehirli çatışmasına tanık oluruz. Yusuf kendince şehri ve şehirlileri alt ettiğinden artık o şehirliyi küçümsemektedir.
Ancak şehirli tren memuru, Yusuf gibi bir köylünün böbürlenerek konuşmasına sinir olur.
— Şehri pislettiğiniz yeter!
— Biz mi pisletiyoruz?
— Fazla konuşma, gözü açıklığa da lüzum yok. Yallah, marş! (Kemal, 2008, s. 365)
Tüm bu anlatılanlar sömürü düzeni ve kapitalizmin yansımasıdır. Orhan Kemal, bu düzeni okuyucuya daha da çarpıcı aktarmak için patoz makinasını bir simge olarak kullanır. Bu makine romanda sık sık okuyucunun karşısına çıkartılarak, okur bir yerde olacaklara adım adım hazırlanır. Patoz, korkunç büyüklükte doymak bilmeyen bir ağustos böceğine benzetilir. Sömürü düzeninde işçi haklarına, insan haklarına yer yoktur. Pehlivan Ali de tecrübesi olmamasına rağmen güçlü bedeni ve ucuz işçiliği ile patozun, daha doğrusu sistemin kurbanı olur.
“İşçileri insanlıktan çıkarırken, patron için ‘çuvallara altın sarısı’ buğday akıtan patozun bir simge niteliğini kazandığını söylemek yanlış olmaz. Diyebiliriz ki, ‘doymak bilmeyen’ bu canavar, işçilere soluk aldırmazken, patronun cebine altın akıtan bir sistemin simgesidir metinde. Bereketli Topraklar Üzerinde’nin yazıldığı yıllarda doğup geliştiğine tanık olduğumuz kapitalizmin simgesi.” (Moran, 2009, s. 65-66)
“Pehlivan Ali saf ve bilinçsiz bir işçidir, dönen dolapları görmez ve bu anlamda kördür. Kapitalizmin simgesi olan patoz üstünde tozdan gözlerini açamadığı için düşer makinenin içine. Hem mecazi hem de düz anlamda körlük ölüme götürür onu.” (Berna Moran, 2009, s. 66)
Yusuf, roman sonunda istediğini başarmış gözükse de bu tamamen bireysel çabalarıyla elde ettiği bir sonuçtur. Çalışkandır ama Köse Halil ve Pehlivan Ali de en zor koşullarda alın terlerini dökerek ekmeklerini çıkarmaya çalışırken canlarından olmuşlardır. Yusuf, ‘nabza göre şerbet’ verdiğini, yalakalığa varacak kadar ustasının her işine koştuğunu kendi de kabul eder: “İbriğini sıçmaya giderken bile koşturduğum oldu.” (Kemal, 2008, s. 361)
“Yusuf, kendiliğinden bir gelişmenin tek olumlu simgesidir. Kavgasız, uzlaşmacı ama bireysel gücüyle ‘duvarcı ustası’ olan, okumayı söken bir köylü; bireysel gücüyle bireysel kurtuluş çabasını sürdüren bir köylü.” (Naci, 1994, s. 69)
Sadece o değil, örneğin Zeynel’in kavgası bile bireyseldir çünkü kurtlu ekmeği, taşlı pilavı protesto için bile ırgatları toplu harekete geçiremez çünkü sistem hep güçlüden yanadır.
Aslında yazarın kendisi de Yusuf hakkında net bir sonuç kaleme almamıştır. Yaratılan bu belirsizlik ile yorum bir yerde okuyucuya bırakılmıştır. Bunda Orhan Kemal’in kendisiyle öyküsü arasına koyduğu mesafeli yaklaşımının da etkisi büyüktür. Gerçekler yorumsuz ama tüm çıplaklığıyla ve duygu sömürüsüne yer vermeden yansıtılmıştır.
“Anlatım tekniği bir yana, Orhan Kemal bu konuda zaten kişilerini idealize etmemeye özen gösterir; ezilen ve sömürülen köylüleri erdemli ve dürüst insanlar olarak yüceltip de gerçekliği çarpıtmaz. Onun insanları iyi ve kötü yanlarıyla yaşarlar romanda: Saflıkları, kurnazlıkları, bencillikleri, iyilikleri ve kıskançlıklarıyla.” (Moran, 2009, s. 73)
Bir eseri derin ve kalıcı kılan unsurlardan biri de yazarın yönlendirme yapmadan okuyucuyu kendi sorgulaması ve kendine sormaya başladığı yeni sorularıyla baş başa bırakmasıdır aslında.
Romanın sonunda köylünün, işçinin bütün fakir fukaranın amansızca sömürülmelerinin, bir süre sonra onların yalnızca bedenlerini değil kişiliklerini de öldürdüğü görülmektedir. Karakterler, ya Yusuf gibi ortama ayak uydurup yolunu bulacaklar ya da daha saf olanlar bir şekilde yok olup gideceklerdir. Usta gibi, Zeynel gibi daha bilinçli olanlar da engellerle karşılaşacak, yok edilmeye çalışılacaktır.
Suzan Bilgen Özgün
KAYNAKÇA
Kemal, Orhan. Bereketli Topraklar Üzerinde. İstanbul: Everest Yayınları, 2008
Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009
Naci, Fethi. 40 Yılda 40 Roman. İstanbul: Oğlak Yayınevi, 1994
Tanpınar, Ahmet Hamdi. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitapevi, 1997