e8cab-img_72112-540x360.jpg

Yağmurun önce sesini duydum. Hava kapayalı bir saati geçmişti ve bu durum umutlarımızı arttırmıştı. “Umutlarımızı” demem boşuna değil. Yağmur ihtimalinin sınır boyundaki tüm askerleri heyecanlandırdığını biliyordum. Bizim için bu adada yağmurlu bir gün, denetlemenin olmadığı bir gün demekti. Herkesin rahat bir nefes alabileceği bir zaman dilimi yani.

Küçük ve tedirgin damlaların sesini arkamda duyunca elimi yukarı kaldırıp avucumu açtım. Yağmura temas etmek istiyordum. Bir iki damla pıt pıt diye parmaklarıma ve bileğime düştü. Umudum azıcık kayboldu. Behiç bizi bekliyor olmalıydı. Ben buradan, Cengiz öteden gelecek, Behiç’in karakolunda buluşacaktık. Onların durumu benden daha kötüydü. Benim karakolum kasabanın merkezi sayılabilecek bir yerinde, Arjantin karargâhının yakınlarındaydı. Gün içinde birkaç insan görüyordum. O kadar yalnız değildim, ama uyanır uyanmaz botlarımı giymek zorundaydım ve gece yarısı yatana kadar da onları ayağımdan çıkaramazdım. Cengiz ve Behiç’in böyle sorunları yoktu. Bilmiyorum, belki de onların durumu benden daha iyiydi.

Ortadaki kuleye vardığımda yağmur aklımdan çıkmıştı. Orada benim elemanlarımdan biri nöbetteydi. Yaklaştım ve tam karşısında durdum. Gür bir sesle tekmilini verdi: NEVZATDEMIRTEPEVANEMRETKOMUTANIM! Suratı kaskatı bir hal almıştı, gözlerini ileri dikmişti, ama ağzının kenarında saklayamadığı bir gülümseme vardı.

“N’apıyosun Nevzat?” dedim.

 Dudağının ucundaki gülümsemeyi orada tutmaya çalışarak ve benim bunu komik bulduğumun bilincinde, cevap verdi:

 “Sağ olun komutanım”

 “Nasıl gidiyor nöbet?”

 “Nasıl gitsin komutanım, bekliyoruz işte…”

Bu noktada kendini bıraktı. Gülümsemesi uzun, kara yüzüne yayıldı. Komik bir şey söylemek istedim. Aklıma parlak bir espri gelmedi. Ama ben de ona gülümsedim. Sonra orada öyle durup etrafa baktım. Ovanın tam ortasında ve sınır tellerinin az ötesindeydik. Tellerden iki üç kilometre ötedeki Rum köyünde evler giderek grileşen havanın altında yalnız ve sessizdiler. Rüzgar ağaçları sallamaya devam ediyordu. Karşımızdaki köyde camiden çevrilmiş bir kilise vardı. Bu sorun değildi, çünkü bizim bu tarafta kullanılan cami de aslında çok eski bir kiliseydi.

“Yağmur geliyor galiba.”

“Galiba komutanım…”

“Islanma burada ha!”

“Sorun değil komutanım… Islanırız, kururuz…”

“Hadi kolay gelsin sana,” deyip yürüdüm. Aslında şu an onu denetleyen kişi olmalıydım, fakat bir iki dakika yalnızlığını paylaşmak daha çok hoşuma gitmişti.

Birkaç adım atmıştım ki Nevzat arkamdan seslendi:

“Siz Bekilli’ye mi komutanım?”

“Evet. Biraz laflayacağız çocuklarla… Oyun moyun işte…”

“İyi eğlenceler komutanım”

Bekilli Karakoluna vardığımda Behiç bahçedeydi. Peyzaj mimarıydı ve işi gücü bitkilerleydi. Onun karakolu ve bahçesi benimkinden daha güzeldi her zaman. Aslında merkezdeki karakolda onun olması gerektiğini düşünürdüm. Burada otuz askerli bir sınır karakolunda bir komutan gibi değil, çiçeklerinin ve boyadığı tahtaların arasında inzivaya çekilmiş bir derviş gibi yaşıyordu. Cengiz henüz gelmemişti.

“Yağmur var gibi,” dedim.

“Herhalde,” diye yanıtladı… “İstersen sen geç, çay var.”

İçeri girmek istemedim. Yağmuru toprağın üstünde karşılamak istiyordum. Yolda gelirken avucuma düşen damlalar yitmişti şimdi ama bir sağanak kokusu vardı havada. Çok uzakta, tellerin ötesinde tarlalarında çalışan birkaç adam vardı, naylondan bir bezle römorklarının üstünü kapatıyorlardı. Yeşil traktörleri az ötede tarlaya çapraz duracak şekilde bırakılmıştı. Yağmuru bekliyorlar ve telaşsız bir şekilde işlerini tamamlıyorlardı. Köylülerin bu sakinliği Türkiye’nin bir köyündeki ya da dünyanın herhangi bir köyündeki sakinlik gibiydi. Cengiz karakolun bahçesine girerken karşıdaki kilisenin üstünde bir şimşek çaktı.

“Ne iş, gençler?” dedi sıkıntıyla. İçimizdeki en karamsar, en çok gün sayan asteğmen oydu.

“Yağmur var, Cengiz. İki gün sürecek diyor haberler… ‘Aralıklı sağanak’ dedi televizyonda.”

“Aralıklı maralıklı,” dedi o da. Anlaşılan hiç keyfi yoktu.

“Ne o, psikopata bağlamışsın yine,” diye takıldı Behiç. Elinde bahçe makasıyla doğruldu.

“Yok be ağabey, geldik işte, takılırız biraz. Sonra akşam olur döneriz. Sonra gene sabah olur.” Bir küfür savurdu havaya.

Konuyu değiştirmek istedim:

“Baksana, sizin yeni kalecinin eşi intihar etmiş. Televizyonda duydum sabah.”

Cengiz pek oralı olmadı. “Etmiştir” dedi. “Valla beni hiiiç ilgilendirmiyor sosyetenin kaprisleri.”

“Söyledim o’lum, bu psikopata bağlamış bugün diye,” dedi Behiç.

“Ağabey psikopatlık değil de… Sıkıldık artık be. Bazen patlayacak gibi oluyorum burada. Ne yapayım ya? Bir savaş çıksa da kurtulsak, anasını satayım.”

“Devrem ne biçim konuşuyorsun,” dedim.

“Böyle beklemek daha mı iyi devrem?” diye cevap verdi. Yere tükürdü.

Hepimiz biliyorduk ki savaş falan çıkacağı yoktu. Az sonra yağmur başladı. İnce, usul usul bir yağmurdu. Ben gene içeri girmedim. En son Ekin’le Sapanca’daki evin bahçesinde yağmurun altında böyle durmuştuk. Gözlerini kapayıp ıslanmak ve başka hiçbir şey düşünmemek. İçerde Behiç ve Cengiz masayı kuruyorlardı. Cengiz bir ara cama yaklaştı ve eliyle bana “gel” işareti yaptı. Büyük ihtimalle “delirmiş bu!” diye düşünüyordu.

Kuzeyde bir yerlerde gök gürlerdi. Yağmur, yüklenmiş geliyordu. Ben içeri girerken bir gürültü oldu. Baktım, yatakhanedeki askerler kendilerini dışarı, yağmurun altına atmışlardı. Giderek hızlanan yağmuru bahçenin ortasında, havalara zıplayarak, birbirleriyle şakalaşarak karşılıyorlardı. Sevinç içindeydiler. Önce sesi gelmişti yağmurun, diye düşündüm. Sonra ben de arkadaşlarımın yanına gittim. Odaya girdiğimde Behiç ve Cengiz penceredeydiler. Üçümüz orada öylece durup bir süre askerleri seyrettik. Doğrusu bu yağmur dansı son zamanlarda izlediğimiz en güzel gösteriydi.

Mesut Barış Övün

Granada Edebiyat’ın 3.sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.