7203c-ilhan2babem2

Siz beni garnizon kumandanının postasıyken görecektiniz!

Sivil günlerimde, mecburi hizmette kasetlere kaydettiğim şiirleri, gece nöbetinde yüzümde kaygısız bir ifadeyle dinlerken; sabahçı kahvelerinde elimde çay bardağı yarı dolu, ağzımdan salya sarkarken; fabrikada gececi kaldığımda dışarda öksüz çocuklar ağlarken; otobüslerde varacakları yerin heyecanından, geride bıraktıklarının hüznünden uyuyamayan yurttaşların haline kederlenirken görecektiniz!

Karlı ovalarda ayışığının güzelliğinden başı dönmüş, donu, gömleği çıkarıp kurtlar gibi ulurken seyredecektiniz beni.

Nil taşkınlarının kaydını tutarken; olimpiyatlar henüz dört yılda bir değilken; cumartesileri okul olduğu günlerde; tütüne lüküsle giderken yedi cüceleri düşünüp kendimi mutlu hissettiğim serin temmuz sabahlarında –o sabahlarda görecektiniz beni siz!

Bakla tarlasında kargaların peşinden koşuşumu; “neden bir korkuluk yok burda?” diye sorduğumda yüzlerinde mahçup ifadeyle af dilediklerinde onları sert ama şefkatli bir baba gibi affedişimi, bakla tarlasını güzelyurt sınırları gibi savunuşumu, akşam evde yorgunlukla divana uzandığımda annemin tahtakaşıkla bana Hektor gibi atsütü içirirken güneydeki Akhalar hakkındaki beddualarını da ruhuma dantel gibi işlerken görecektiniz. Sonra bütün bunları şimdi anlattığım gibi anlattığım kitabı oturup tek başıma tasarlayıp, metinlerini yazıp, resimleyip yorganiğnleriyle teğelleyip, dikip ciltlemiştim: Mücellitliğimi görecektiniz! Kutsal kitap ne demek, anlayacaktınız!

Cilt 1, Sayı 1 yazıyordu künyesinde kitabın. Yazarı, yazıişleri müdürü, sahibi, takma adlarla hep bendim. Öğretmen 5 vermiş; babam “Siktirici işlerle uğraşacağına ders çalış. Elaleme köle olma!” demişti. Kölelik kaldırılmıştı ama bizim gibi sığırlarla daha uzun zaman süreceğe benziyordu –babamıza göre.

Bergamalı bir köylü kadının çıplak ayakla tarlada yürüyüşünü anlattığım “Dikenli Tarlada Çıplak Ayakla” başlıklı hikayemi okuyacaktınız! Öğretmen Sait Bey “Bunu elyazısıyla, divit ve çini mürekkebiyle çizgisiz mektup kağıdına yaz. Başlığı kırmızı dolmakalemle olsun. Keçeli kalem istemem. Anladın mı? Sırıtma karı gibi karşımda” demiş, ben de hem özenerek hem de evde herkesten gizleyerek bir daha yazmıştım hikayeyi. Sait Bey’in okul duvar gazetesine astığı o yazının önünde annemin hüngür hüngür ağladığı, benimse annemin yaşlı gözlerinden, burnunu çekişinden utanıp yerin dibine girdiğim günlerde görecektiniz!

Beni o zaman o hoyrat, o kendini bilmez halimle görecektiniz! Beni ağlarken görecektiniz. Siz beni ağlarken gördünüz mü? Hem sıradan bir halk çocuğu gibi mahalleye saldıran polis-jandarmanın babamızı, ağbimizi, ablamızı alıp götürdüğünde ağladığım gibi, hem de üniversite ikinci sınıfta, Kemeraltında Mantocular Çarşısındaki Çorapçı Hilmi’nin önünde, annemin duvar gazetesinin önündeki yaşlı gözlerini hatırladığım bir yağmurlu ilkyaz sabahında ağladığım gibi görecektiniz!

Bizim bölük öksüzler bölüğüydü. Bizim manga ana-babasını bilmeyenlerden, yurtlarda büyümüş, sokaklarda yetişmiş, yeraltında, batakhanelerde serpilip gelişmişlerden oluşuyordu. Önüne gelen itip kakıyordu bizi. Koğuşta ahır kokulu battaniyeler altında geceleri aşk ve avarelik üzerine şiirler mırıldanırken duyacaktınız bizi! Sabahına yatağa işemişler gibi uyanıp güneyyarımküreyi düelloya davet ettiğimizde görecektiniz.

(Bizim bölük dışındakileri) meydanda terk edip arkamıza bakmadan Topçamtepe’ye çıktığımızda aşağıdaki ovaya, karşıdaki dağlara, ufkun ötesindeki memleketin geri kalanına bakan komutanın “Asker, su ver, asker!” diye emredişini duyacaktınız! Gürül gürül akan çeşmelerin önünde matarası olmadığı için, eliyle su içmeyi de beceremediğinden benden emirle su dilendiğinde (dilediğinde?) ona bir su perisi padişahı edasıyla “Al evladım, şifa niyetine” diyerek su verdiğimde görecektiniz.

Burda iki çeşme vardı. Biri ölüyü dirilten çeşmeydi, öbürü sayrıyı sağaltan. Yukarda bulut, bulutun içinde bir başka bulut vardı ve bu çeşmelerin suyu ordan geliyordu. Biri hayat veren çeşmeydi, öbürü deva çeşmesiydi. Her kötülüğü, kötü kalbi bile iyileştiriyordu. Bir sürahi vardı burda maşrapalığa özeniyordu. Çarpılsın istiyordu, binpişmanlar gibi, yamulsun sağı solu tövbekarlar misali, ama kırılgan olmasın. Kırılacaksa da kırılsın, parçalansın, aksın içindeki usare aksın, aksın, aksın istiyordu. Bu maşrapa şarap dolsun, dolunca bir daha boşalmasın, susayanı suvarsın, dardakini bolartsın, kederliyi güldürsün istiyordu.

Hayat veren su. Hayat suyu. Eskiçağlardan kalma çeşmesuyu.

Kuvvet veren su. Su iç iyi gelir, suyu.

İçilince su üstünde yürüten su. Büyülü su.

Yıkanınca ömür boyu temiz kalınan su.

Öbür sular hep bu maşrapanın suyundandı. Biliyorduk ölüyü yıkayınca dirilten, amansız illeti iyileştiren, ölümsüzlük (ebediyet) müjdeleyen su, buydu. Biliyorduk, uzaklara, kuyulara, göllere, nehirlere, şifalı su bulmaya gönderilen şehzade; o suyu tek avcunda getirip yatalak hastayı kurtaran ama kendisi de o suyla ölümsüzlük kazanmış, hayattan kısa bir uzatma almış olan o şehzade, Gençlik Çeşmesi’nin yanında duruyor, onun o çeşme olduğunu biliyordu.

Komutan o maşrapaya uzanırken, bana “dile benden ne dilersen” diye sorduğunda, cevap vermeden önce dokuz kere düşünüp bir kere söylemek istemiş, “Al şu maşrapayı, tut. Ama düşürme. Sakın düşürme. Yarısını iç, yarısını başından aşağı dök. Suyun hepsini içme. Sakın suyun hepsini içme. Maşrapayı düşürme.” deyiverdiğimde görecektiniz beni, işidecektiniz sözlerimi! Bir intikam suyu, bir intikam suyu! Arkadaşını öldüreni öldürmeye ant içen bir Aşil suyuydu bu. İlk yudum intikamın onuruna, ikincisi maktülün simgesel kanı. Kan içip intikam için içi yanan halk, beni rahatta dinleyin!

Suyun yarısını içip yarısını başından aşağı döküp görünmez olan komutanın beni posta seçmiş olduğunu, beni mirasçı, beni vekil, beni yeddi emin seçişini yemin töreninde halka ilan edişimi görecektiniz! Sivilleri giyip hemen çarşı iznine çıkışımı; çarşıdan döndüğümde komutanın komutlarını yazışımı; parola-nişanı seçişimi, 6 kişilik yemek mangasına karar verişimi ve arta kalan boş zamanda da bunları, şimdi size bu söylediklerimi kendime iki gözüm iki çeşme mektup gibi yazıp anlatırken görecektiniz! Mektubumu kendime has bir üslupla “Mektubumu burada bitirirken baki selam ederim!” diye bitirişimi görecektiniz.

Siz beni garnizon kumandanının postasıyken, garnizonu da bütün şehre hakim bir tepede karargahken, o karargaha doğramacılar, manifaturacılar, soğuk demirciler, sonütücüler, perdedarlar gelip elpençe divan durduğunda, bana, garnizon kumandanının postasına “Ellerinle dokun bize, şiddetle, öfkeyle, sevgiyle dokunma ama. Sırtımızı sıvazlama!” diye yalvardıklarında bedenlerinin dokunduğum yerleri yavaş yavaş şekil alırken, bu manzaranın arkasında yeni bir günün doğuşunu gurur ve hayranlıkla seyrederken görecektiniz!

İlhan Durusel