c4ea8-the_animals_entering_noah2527s_ark_1570s_jacopo_bassano

16.Haziran.16 

Salâh Bey’in 5 Nisan 1982 tarihli Yaşlılık Günlüğü’nden: “Ben şimdiye değin imzaladığım kitaplara, kitaplarımı armağan ettiğim kişilerin adını yazmış, yanına da sadece “için” sözcüğünü eklemişimdir. “Sevgi”, “saygı” sözcüklerine ise zinhar yüz vermemişimdir. Ne var, son yıllarda ben de her yazar gibi imzamın üstüne birkaç sıcak ve gönül alıcısı söz kondurmaya bakıyorum.

Selçuk Altun da “için”li imzalayanlardan. En azından, bana gelen kitapları öyleydi.

Kimi yazarlar sevmez bu türden işleri, zül gelir onlara. Kimi yazarlar da yazmaktan çok imza atmayı, panellerde söyleşilerde fink atmayı severler. Galiba ikisinin ortası bir yerde durmak en sağlıklısı. Yani ne fotoğraf vermeyeceğim diye Salingerleşmenin, söyleşi vermeyeceğim diye köşe bucak kaçmanın, elinde kitabınızla gelip imza isteyen okurları incitmenin alemi var ne de pop-star gibi ortalarda dolanmanın, turnelere çıkmanın.

Ben de imza günlerine katılmak gibi güzel yanlışlara düştüm. Orada da, yeni gördüğüm insanlara bile, elimden geldiğince “özel” bir şeyler yazmaya çalıştım. Ne kadar oldu bilmiyorum. Okur olarak ise imza meraklısı sayılmam. Çekinirim bile imza istemekten. Ve bugüne kadar aldığım en güzel imza, geçen yılki İzmir Kitap Fuarında, dostum Kerem Işık’ın kızı Öykü’den aldığım imzadır. Babası adına imzalamıştı Öykücük.

17.Haziran.16

Küçük bir kıyı kasabasında bankacılık yapan bir dostum şöyle demişti: “Hacı, bazen öyle adamlar geliyor ki bankaya, dışarda görsen, dayı al şunu, bir çorba iç deyip para verirsin adama. Ama adamın hesabında trilyonlar var.” 

Kıssadan hisse: Bizim yayıncıların (hele küçük, orta ölçekli kurnaz yayıncıların) ekserisi de bankacı dostumun anlattığından farklı değil. Yazarına telif ödeyecek parası yoktur söz gelimi. Ve fakat kendisi semirdikçe semirir. Zenginleşir. Yeni atılımlar yapar. Nedir, çok üzgündür, mahcuptur hep, yazarlarına telif ödeyememekten. Bu ahlaksızlıklarını, solculukla bağlantılı olduğu var sayılan değerlerle gerekçelendirdikleri bile görülmektedir. Maalesef.

Ne diyelim, yazan kişiler buna ses çıkarmıyorsa, razı oluyorsa, bu düzen böyle sürer gider. Ne demişler: “Bu değirmen merkepsiz dönmez.”

18.Haziran.16 

“Delilik, kişilerde ender görülen bir şeydir. Gruplar, partiler, halklar, çağlarda ise bir kural haline gelmiştir.”
Nietzsche

* * *

Kitap satıcısı olmak istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Bir gün muhakkak olacağım.

19.Haziran.16 

Cioran’dan inciler, Burukluk adlı kitabından:

“Çok önemli sınavlarda, sigaranın yardımı İnciller’den daha etkilidir.”

“İki bin yıldır, İsa, bir kanepede ölmemiş olmanın intikamını bizden çıkarıyor.”

“Her arzunun içinde bir keşişle bir kasap tepişir.”

“Bitip giden bir aşk öylesine zengin bir felsefi sınavdır ki bir berberi Sokrates’in dengi yapar.”

“Müzik, mutluluk ülserine tutulmuş ruhların sığınağıdır.”

“Nuh’ta geleceği okuma yeteneği olsaydı, gemisini hiç şüphesiz batırırdı.”

“İnsan felaket salgılar.”

“Bir hasta bana şöyle diyordu: ‘Benim acılarımın neye hayrı var? Acılarımdan yararlanabilecek ya da onlarla böbürlenebilecek bir şair değilim ki.”

“Melankolisiz bir dünyada bülbüller geğirmeye başlardı.”

28.Haziran.16 

Bir Film Bir(kaç) Cümle

Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road): Richard Yates’in romanından uyarlanan filmde Leo, Kate Winslett ve hatta Kathy Bates Titanik’ten yaklaşık on yıl sonra tekrar bir araya gelmişler. Mutsuz mu mutsuz bir Amerikan ailesinin (ve ailelerinin) hikayesi denebilir. Senaryo çok ilginç olmasa da kurgusuyla, oyunculuklarıyla “iyi” kategorisine giriyor.

Aşkın Halleri (Le Nom des gens): Kendini “politik fahişe” olarak tanımlayan, sağcı-muhafazakar erkeklerle yatarak faşizmle mücadele eden bir genç kadın ve uzmanlığı ölü hayvanlar olan kendi halinde ortayaşlı bir adam. Göçmenlik, felaketler hakkında konuşmak, “yabancı” kavramı etrafında dönen eğlenceli bir film.

Her Şey Aydınlandı (Everything is Illuminated): Felaketler hakkında konuşmanın ne kadar da zor olduğunun altını çizen, Gogol Bordello’nun solisti Eugene’nin oyunculuğu ve müziğiyle renk verdiği bir film. Jonathan Safran Foer’in aynı adlı romanından uyarlama.

Annemle Geçen Yaz (Que Horas Ela Volta): Bu hafta ve hatta son zamanlarda izlediğim en iyi film. Bizim “Toz Bezi”nin etrafında dönüp durduğu konulara girip çıkıyor ama onunla yetinmiyor. İzleyiniz muhakkak, sonra konuşalım.

Vicky Cristina Barcelona: Yaşlı tilki Woody’nin son zamanlardaki en iyi filmlerinden (Paris in Midnight hariç). Bol Barcelona manzarası, güzel kadınlar ve adamlar ve klasik bir Woody Allen hikayesi…

Belgica: İki kardeş bir gün birlikte bar açarlar ve olaylar gelişir… Overrated bir film bana kalırsa ama izlenmez değil elbette.

İnatçılar (Rams): İngiltere’yi yenmeden önce daha, “bu turnuvadaki adamım İzlanda” diye yazmıştım. İzlanda, başka pek çok şeyin yanısıra AB ülkelerinin Suriyeli göçmenleri sınırlarından iteledikleri günlerde de kalbimize taht kurmuştu (buradan hatırlayınız). İşbu nedenlerle ilgimi çekti film. Yine iki kardeş hikayesi. Soğuk ama sıcak bir hikaye. Sıkılmadan izlenir.

* * *

musica

Cunda’da Akşamüstü. Muammer Ketencoğlu.

29.Haziran.16

Bu ülke zıvanadan çıktı. Nasıl bir çaresizlik ve kopkoyu bir umutsuzluk hakim. Sürekli ölüyoruz. Ölüyoruz. Sonra yine ölüyoruz. Bir şey, gerçekbir şey yapmayacaksak konuşmak da bana artık ahlaksızca geliyor. Sosyal medyada vicdan mastürbasyonu yapmak, esmek gürlemek… Neye yarıyor? Yine ölüyoruz, sonra yine ölüyoruz. Demeçleri, kınamaları, siyasi polemikleri görünce kahroluyoruz. Bu da bir işe yaramıyor elbette. Yüzlerce insan öldü, sakat kaldı. Rakamlardan ibaret hayatlar… Artık alıştık ölümlere, bir gün bile sürmüyor ne yas ne acı ne öfke. Bu yazdıklarım da bir işe yaramıyor. Berbat bir fasit daire içerisinde dönüp duruyoruz. Aynı yere geliyoruz. Ve, şom ağızlılık yapmak istemem ama, gittikçe de kötüye doğru gidecek her şey. Biz de bir patlamada, saldırıda ölene kadar böyle söylenip duracağız. Herhalde.

30.Haziran.16 

Mesut Varlık’ın Enis Batur’la yaptığı söyleşiyi okuyunca aklıma İlhan Durusel’in, bir söyleşide (Sarnıç Öykü, sayı 1) Enis Batur hakkında söyledikleri geldi: “Bana göre, şiirle düzyazının altın dengesi bizde Enis Batur’da bulur kendini. Şöyle bir 100 sene sonra, hepimiz öldükten sonra yazılacak Türk Edebiyatı tarihinde kimler nasıl yer alacak bilmiyorum ama bugün Enis Batur, Türk edebiyatının son durulama suyudur. Temizlik Kolu Başkanı’dır. Saçı azaldıkça sakalının gürleşmesi bile bir bilgelik simgesi gibidir. Onun gibiler hâlâ yaşıyor, yazıyor, aramızda dolaşıyor bir mucize gibi. Kemgözlerden koruyalım onları lütfen.”

01.Temmuz.16 

Rüyamda at yakan adamlar gördüm. Çok ağladım. Adamlar normaldi. Erol Taş gibi durmuyorlardı ama gene de atları yakıyorlardı. Anlamak isterken yorgun düştüm. Bağırmak istedim sesim çıkmadı. Atlar cayır cayır yanıyordu. Uyandığımda is kokusu vardı burnumda, çok yorgundum.

* * *

Herhalde birkaç gün sonra yayımlanacak bir soruşturma sorusuna verdiğim cevapta en büyük sorunumuzun ahlaksızlık olduğunu söyleyip “edebiyat ortamı” için de aynı şeyin geçerli olduğunu belirtmiştim. Yerim dardı ama birkaç örnek de vermiştim. Örnekler o kadar çok ve çoğalıyorlar ki!

Parşömen Sanal Fanzin olarak daha önce yayımlanmış bir metni yayımlıyorsak eğer, muhakkak not düşerim. Sen niye bunu yapmıyorsun Lemur kardeş?

Bayram geliyor ama bayramlık ağzımı açmayacağım gene de. Alan memnun satan memnunsa… Hem molla derler belki bize de, susalım.

* * *

Dini gelenekler bu halde olmasaydı, çok başka bir dünyada yaşıyor olurduk. (Hayal etmesi bile güzel.) İbrahimi dinlerin en temel yasalarından biridir: Öldürmeyeceksin! Daha buna bile aldırış etmeyen insanların kendilerini dindar olarak tanımlamaları gerçekten tuhaf. Anlaşılır gibi değil. Böyle anlaşılması güç bir hal almış, gelenek ile metin arasındaki uçurumlar.

Dünyayı en baştan, yeniden kurmamız lazım.

Onur Ça

Bayram gelmiş neyimize!
Yine de –eğer trafik kazalarında, patlamalarda, saldırılarda ölmezseniz– iyi bayramlar diliyorum…

Resim: Jacopo Bassano, Animals Entering Noah’s Ark.