8.Temmuz.16 

Salâh Bey’in “Cigarayı Nasıl Bıraktım” denemesini bir umutla okudum. İki gözüm Salâh Bey meğer neler çekmiş cigarayı bırakırken. Aynı zamanda “Yaşlılık Günlüğü”ne de başlamıştım ki sigarayı bırakmaya çalıştığı günlere rastlamaz mıyım!

3 Ocak 1980 tarihli günlükten: “İçimden bir el sanki nikotin desteleri çekmek istiyor. Cigara içmek değil, buz kalıpları gibi nikotin yutmak istiyorum.”

11.Temmuz.16 

2016 Evropa Futbol Şampiyonası nihayet bitti. Cümleten geçmiş olsun. Endüstriyel futboldan, bu kadar büyük paraların döndüğü turnuvalardan bir şey bekliyor değiliz elbette ama lanet olsun ki oyun güzel. Çok güzel. İnsan izlemeden edemiyor.

Söylenecek çok şey var aslında, bir yerinden tutalım, nefesimiz yettiğince söyleyelim.

İlkgençlik yıllarımda akşamüstleri arkadaşlarla buluşup futbol, basketbol oynardık. Bizim kasabanın delilerinden biri de bizimle takılırdı. Deli dediğime bakmayın, bir anormallik yok. Biz 14-15 yaşlarındaysak, o herhalde 40 yaşlarındaydı. Gol attığında ya da basket, kendi kendine bağırırdı: “Otoriteler ayağa kalktı. Alkışladılar.” Herhalde çok isteyip de topçu olamamış diye düşünürdüm ben. Zararsızdı.

8642e-5782b88467b0a943505ff5dd

İşte bu turnuvaya dair en başta söylenecek şey: Televizyonda melevizyonda konuşan çokbilmiş otoriteler hiçbir şey bilmiyorlar. İzlanda’yı mesela, bilemediler. Bilemedikleri gibi, aslan İzlanda ilerledikçe, afedersiniz, kötülemeye çalıştılar. Kim ne derse desin İzlanda, bu turnuvanın en güzel sürpriziydi. 

Egosu bizim Ankara’nın EGO’sundan bile büyük Ronaldo’yu izlemek cidden sabır işi. Herifçioğlu çok rahatsız edici. Lakin, finalde sakatlanıp oyundan çıkmak zorunda kalması üzücüydü. Şiirsel bir durum da oldu o anda, bir kelebek gelip Ronaldo’nun gözyaşlarına kondu. Gördünüz mü?

13.Temmuz.16 

suskunluğun tarihi ey,
seni kim yazacak?

20.Temmuz.16

Bu kadar olaydan ölümden sonra bile, televizyonlarda konuşan uzmanlar hala en çok öfkelendiğim kişiler arasında. Hele ki güvenlik uzmanları. Hele ki duayen gazeteciler. Tek numaraları yetkili isimlerle kurdukları yakın ilişkiler olan pek muhterem gasteciler, peh!

Bu adamlar (genelde adamlar, az da olsa kadın da var elbet aralarında) müthiş bir öfkeyle, kahvehane diliyle konuşuyorlar. Yorumlarını değişmez hakikat diye yutturmak konusunda pek hünerliler. Bazıları da dakikalarca konuşup hiçbir şey söylememe sanatında kendilerini geliştirmiş kimseler. Yani, gel de ifrit olma!

Neyse, işte bu adamlar bu tartışma programlarında “Ankara’da olmanın dezavantajı” gibi bir şeyi dillerine pelesenk etmişler, duymuşsunuzdur: “Ankara’da olmanın dezavantajını yaşatmayın bana.” Neymiş efendim, İstanbul’dakiler kadar çok ve sık söz hakkı vermiyormuş sunucular onlara. Ah hacı cavcavlar ah, Ankara’da olmanın dezavantajı bir tek o olsa keşke! O meşum gecede, bomba silah ve uçak sesleri altında epeyce korktuk, yalan yok. Güzel şehrim benim, Ankara, iyi kalpli üvey anamız bizim, insanlık ve halk düşmanlarının ilk saldırdıkları yer, kontrol altına almak istedikleri ilk yer.

Umutsuz olmak istemiyorum ama güzel bir zeytin altı bulup orada mı beklesek ölümü?

28.Temmuz.16 

İslamcılık, sağcılık, muhafazakarlık… hakikaten değişik bir kafa. Hiç anlamadım, anlamayacağım da sanırım. Anlamadan öleceğim: trajedi!

* * *

Keşke bir korku ve kötülük toplumunda yaşıyor olmasaydık.

1.Ağustos.16 

Yazarken bir şeyleri bildiğim, hakikatin bir ucunu uzaktan da olsa gördüğüm hissine kapılıyorum. Sanki aramızda tül bir perde var hakikatle, aralanmaya ramak kalmış. Perdenin arkasından Allah’ıyla konuşan Muhammet gibiyim. Sonra bitiyor yazmak. Büyük bir keyfin ardından boşluğa düşmek gibi. Sonra yine bilmemeye başlıyorum. Hiç ama hiçbir şey bilmiyorum. Dehşet içinde kalıyorum. Bir insan nasıl bu kadar cahil olur, bu kadar bilmemek nasıl olur Allahım! Aynaya bakıp ağlıyorum. (Ayna dediğim de berber aynası kılıklı, hani şu tıraş bittikten sonra berberin enseyi göstermek için kullandığı.) Ağlamam bitince bir sigara yakıyorum, biraz kendime geliyorum. Sonra yine yazmaya başlayınca her şey düzeliyor. Kimse söylemedi mi daha, o zaman ben yumurtlayayım: Edebiyat cahillerin afyonudur!

2.Ağustos.16 

Suyun Ayak Sesi’nden (Sohrab Sepehri, Pan Yay., Çev.: Şirin Mehran):

Bir şair gördüm, konuşurken,
bir zambağa “siz” diyordu. (sayfa 11)

* * *

Ben dünyanın başlangıcına yakınım.
Çiçeklerin nabzını tutuyorum.
Suyun ıslak kaderine,
ağacın yeşil olma adetine aşinayım. (sayfa 20)

* * *

Sepeti getirelim
Biraz kırmızı biraz yeşil toplayalım.

Sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.
Her sözün başında bir fidan,
İki hece arasında sessizlik tohumu ekelim. (sayfa 26)

3.Ağustos.16

Suphi Varım’ın Simirna Kızılı romanından bahsedeceğim. Yazarın okuduğum ilk romanı ama Simirna Cinayetleri Üçlemesinin ilki olan Düello’yu da sıraya almış bulunmaktayım şimdiden. Simirna Kızılı 1918 Mütarekesi’nden sonraki (ama daha Yunanlıların İzmir’e çıkmasından ve direnişin başlamasından önceki) İzmir’de geçiyor. Romanın en dikkat çekici öğesi de, bana kalırsa, bu çok renkli ve çok dilli şehir: Simirna. Kahramanımız, bolşevik ajan Sergey Andreyev’in peşi sıra sürüklendiğimiz, içinde direniş öncesi hazırlıkların ve her şeye rağmen devam eden canlı hayatın izlerini bulduğumuz bir kitap bu. Üstelik Sergey’in “flashback”leriyle Rusya’da Çar’a karşı verilen mücadeleyi de okuyoruz. Daha ne olsun!

4.Ağustos.16 

Yaz bitmeden birkaç yaz haikusu denemesi-1:

böyle kokman ne,

bahçendeki güller mi

büyüttü seni?

5.Ağustos.16 

Cevat Çapan, sanki, izne çıkamayan memurlar için yazmış Bozkır şiirini:

Denizi özledik, denizi,
denizin alçalıp yükselişini
külrengi günlerde uçuşan
ak martıları,
büyük sessizlik içinde
geceye doğru
aydınlık, ılık
denizi özledik.

8.Ağustos.16

Alaaddin’in Yetersiz Lambası ve İşe Yaramaz Cini

Alaaddin lambayı ovdu, belirdi cin, diledi Alaaddin: “Beni yok et cin! Beni öldür demiyorum, dikkat et. Beni hiç doğmamış ve doğmayacak olanların kavmine kat, diyorum.”

Cin, o koskocaman, korkunç ve dev dudaklı cin mahcubiyetten yerin dibine girdi nerdeyse. Bin özür üstüne özür dileyerek efendisi ve sahibinin bu isteğini yerine getiremeyeceğini söyledi.

Ertesi gün, Numune’de açtı gözlerini Alaaddin. Bir kutu hap yutmuştu ama işgüzar arkadaşları onu hastaneye yetiştirmişlerdi. Alaaddin, lambayı kendisiyle ilgilenen hemşireye hediye etti. Birkaç ay sonra evlendiler ve mutlu olamadılar. (Cin’in kudreti de bir yere kadardı.)

* * *

Yaz bitmeden birkaç yaz haikusu denemesi-2:

imparatorlar

okyanusa dalınca

er oluyorlar

* * *

Can Yücel, Gökyokuş kitabından:

“Bu söyleşi için telefon ettiğinizden beş-on dakka sonra, epiy sportif, bir olay geçti başımdan. Bizim Dragos’taki evin yanında boş bir arsa var, önü resmen çöplük, kibarlara yani. Çoğu ecnebi olmak üzere konserve kutuları, Amerikan çaputları falan filan… aşağı mahallelerden gelen çoluk çocuğun talanından arta kalsa da hayli bir yekün. Çöplük resmetmeyi aklına takmış ressamlara salık veririm, renkli mi renkli, civciv mi civciv bir konu… Arsanın başka bir yararı daha var, gerileri bekçilerin ineklerine otlak. Baharın ne güzeldi inekler, yemyeşil otların arasında hışır hışır. Şimdilerde başları darda, sararmış dikenler içinde. Aksilik bu ya, ben de duvarın dibine günebakanlar diktiydim şirinlik olsun diye. Güneşliğini severim onların. Mallar, haklılar gerçi, musallat oldular benim sarı sıcaklarıma. Sığırtmaç da, domuzluğundan herhal, hayvanları kaçırmışlığa yatıyor. Olan bizim günebakanlara oluyor. Dedim a, tam telefon ettikten sonra siz, bi baktık, bir dana güneşten yediği yetmemiş gibi, bahçeye dalmış, ordan burdan hırsızlayıp diktiğim çiçeklere abanmış. Çıkarabilisen çıkar. Hötzöt, taş, sopa attık fıkarayı dışarı. Açtım sonra telefonu kooperatifin bekçilerine, önümüzde bir otomobil çiğnedi bir danayı, gelin alın! diye. Can havliyle toplaştı bekçi arkadaşlar ya, yaralı dana yok ortada. Arasın dursunlar gayrı… Bu uzun öyküden çıkardığım kıssa mı ne? Ne yazıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz? diye soruyorsunuz ya, ona yanıt bu! Bu ara ben, kardeşler, davarlara karşı günebakanları korumakla uğraşıyorum.”

Can Baba ve Sohrab Sepehri’den, bu iki sakallı adamdan ilhamla: Ben de bu aralar çiçeklerin nabzını tutuyorum. Öfkeli adamların riyakar dillerinden zehirlenmemek için belgesel kanalı izliyorum. Kambur balinalar, imparator penguenler, filler… Dün, Dünya Fil Günü’ydü mesela. Bu hafta da Köpekbalığı Haftası. Öyle.

* * *

musica

Sıla’yı severiz. Zamanında da güzel şarkıdır.

Onur Ça