82cf8-9910000001468_cg

28.Ağustos.16 

Kara Üçleme’den sonra bir baktım ki kitaplıktan Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu çıktı. Versus yayınları basmış. Böylece Malet’in Nestor Burma karakteriyle de tanışmış oldum.

Kara Üçleme’nin kapak resminde adını görmüştüm Tardi’nin. Meğer ikilinin ortak çalışmaları varmış. Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu da bunlardan biri. Çizgi roman okuru sayılmam ama başarılı bir çalışma. Tardi’nin çizimleri müthiş.

Benim gördüğüm, Türkçeye çevrilmiş başka Malet kitabı yok. Dolayısıyla, Kara Üçleme’yi sevdiyseniz Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu tek seçeneğiniz. İyi okumalar.

29.Ağustos.16 

Vedat Türkali ölmüş diyeler…

b11f7-1290540_620x410

Yıllar önce, lisenin ilk yılındaydı sanırım Bu Ölü Kalkacak ve Dallar Yeşil Olmalı’yı okumuştum. Tek ciltte toplamışlardı iki oyunu. Büyük ihtimal aynı yazdı, Dikili’ye geldi Vedat Türkali, barış ve emek şenliklerine. Tahta sandalyeli bir çardak altında (Dragon’un Kahvesinde) o ve Mihri Belli konuşmuşlardı. Vedat Türkali, Atatürk’ten “o adam” diye bahsettiği için Sözcü okuru bir emekli amcayla tartışma çıkmıştı aralarında.

30.Ağustos.16

Dikmen dolmuşundan:

Benden Sana Bir Akıl
Aklın Varsa Tek Takıl

* * *

Stephen King (Kral) şöyle buyuruyor: “Bir yazar olmak istiyorsanız, her şeyden önce yapmanız gereken iki şey var: çok okuyun ve çok yazın. Bildiğim bu iki şeyden kaçınmanın, kestirmeden girmenin imkânı yok.” (Yazma Sanatı, s. 149)

(Çeviriye takılmamaya çalışın: Bir yazar mı olmak isterseniz yoksa iki yazar mı?)

Kral aynı kitapta, yılda 70-80 kitap okuyabildiğini ve kötü kitaplardan da çok şey öğrendiğini söylüyor.

Şerhlerim var. Öncelikle sayı konusunda maalesef haklı. Yıllardır okuduğum kitapları sayma gibi bir huyum olmamıştı. Bir çevirmen abimiz, bir muhabbet sırasında okuduğu kitap sayısından bahsedince ben de sırf meraktan iki yıldır not almaya çalışıyorum. Ve dediğim gibi, Kral haklı beyler. Şerhim de bu noktada başlıyor zaten. Yılda bu kadar az kitap okuyabiliyorken neden bir de kötü olduğunu bildiğim/tahmin ettiğim/sezdiğim kitapları okuyayım ki? Teşbihte hata olmaz: Vedat Milor’a kötü yemek yedirebilir misiniz? Ve Vedat Milor’un “kötü yemeklerden de çok şey öğreniyorum” gibi bir şey söylemesine ihtimal veriyor musunuz?

31.Ağustos.16 

Dünlükler’e 29 Temmuz 2015’de başlamışım. Bir seneyi devirmişiz. Ben yazarken çok keyif alıyorum. Severek okuyanların olduğunu bildikçe de, ne yalan söylemeli, seviniyorum elbette. Eskiden, ilk sayfasına “Kitap Defteri” yazdığım bir deftere okuduğum kitapların künyesini, hoşuma giden cümleleri, bilmediğim sözcükleri ve kitap hakkındaki ufak tefek değerlendirmemi yazardım. Arada hala dönüp bakıyorum bazen. Dünlükler en çok bu ihtiyacımı karşıladı, karşılıyor. Okuduğum her kitap hakkında yazmıyorum burada, ama çoğu hakkında üç beş kelam ediyorum. Daha kalıcı bir iz kalmış oluyor böylece…

Bakalım ne kadar sürecek bu Dünlük işi!

1.Eylül.16

Bugün resmen sonbahara girmiş bulunuyoruz. Zaten farkındayız, artık sabahlar ve akşamlar daha serin. Yağmur var. Yakında tişört de giyemez hale geliriz. Çünkü en sevimsiz mevsime girmiş bulunmaktayız.

Formasyon alırken, dilbilim dersinde hoca beni birdenbire kaldırmış ve mevsimleri say demişti. Ben de ilkokulda sınıfımızdaki mevsimler tablosuna göre sayıverdim: İlkbahar-Yaz-Sonbahar-Kış. Yok, dedi hoca. Bir daha say. Saydım. Tabi, dedi, siz şehir çocuğusunuz, ne bilirsiniz güzü! Haydaa, sen Kınık’ı hiç gördün mü hacı abi, ya Kınık’ı görmedin ya da hiç şehir görmedin. Diyemedim tabi. Uslu uslu oturdum. Ve fakat hoca haklıymış, güz daha az sevimsiz sonbahardan.

* * *

Dünya Barış Günü. İnsanlığın en güzel ütopyalarından biri barış. Bir gün gelecek ve artık silahlar susacak, savaşlar olmayacak. Çocuk, kadın, erkek, genç yaşlı kimse savaşın kurbanı olmayacak. Bankalar kapanacak, ordular lağvedilecek. Silah fabrikaları, utanç müzeleri haline gelecek… Biliyoruz değil mi, bunların hiçbiri –ya da tamamı– hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Ama bir de gerçek olduğunu düşünün. İşte bu ütopya için yaşanır!

* * *

Savaşı hep kahramanlıklar, şanlı zaferler ve şerefli mağlubiyetler penceresinden öğrettiler bize. Savaş en çok ölen canlar elbette ama savaş aynı zamanda süt içemeyen çocuklar, evlenemeyen kızlar, okula gidemeyen gençler, emekliliğini göremeyen, huzur içinde torun sevemeyen yaşlılar da demek.

Savaş en çok ölen canlar elbette ama savaş, yerinden edilen insanlar da demek.

79044-ayvali

Asıl adı Antonis Nikolopoulos olan Soloúp, Zorunlu Nüfus Mübadelesi ile yerlerinden edilen insanların hikayelerinden bir çizgi roman yaratmış: Ayvali/Ayvalık. Birçok kaynaktan, anılardan, kendi kanaatlerinden yararlanıyor ama asıl olarak dört yazarın eserine yaslanmış: Fotis Kondoğlu, İlias Venezis, Venezis’in ablası Agapi Venezi-Molivyati ve Ahmet Yorulmaz. Romanın eleştirilecek yerleri elbette var ama iyi niyetli ve yaratıcı bir çalışma.

Yerinden edilen insanlar, dünyanın halen kanayan bir yarası.

Venezis’le bitirelim bu bahsi, şimdilik: “Egenin doğu kıyısında yaşayanlara bir sözümüz var, eğer efsanelerimizi ve şehitlerimizi unutmamızı istiyorsanız bunu yapamayız. Ama onurlu ve önemli olan başka bir şeyi, kin gütmemeyi başarabiliriz. Tarihimizi yok saymadan, halklarımızın kardeşliğini şöyle sağlayabiliriz: Bir kefeye bütün çektiklerimizi, onca yüz yılın yükünü, acılarımızı ve yurdumuzdan sökülüp atılışımızı koyacağız. Öbür kefeye ise barışa karşı duyduğumuz sevgiyi, halklarımızın bir daha savaşa girişmemesi ve birbirini yok etmeye kalkışmaması gerektiğinin bilincini…”

2.Eylül.16

Nobel ödüllü şair, Yunan diplomat Yorgo Seferis de iki kıyı arasında özlemle yaşayanlardandı. Vourla’da (Urla) doğmuştu. 1914 yılında ailesiyle birlikte Atina’ya taşınıncaya kadar burada ve İzmir’de yaşamıştı. Yıllar sonra, 1950 yazında Türkiye’yi, daha doğrusu vatanını ziyaret eder. İzmir, Urla, Bergama, Ayvalık gezdiği yerler arasındadır.

421b6-seferis

Vourla’ya, çocukluk vatanına gittiğinde eski izleri arar, çoğunu bulamaz. Şöyle yazar 2 Temmuz 1950 tarihli günlüğüne: “Deniz kıyısında, fenerin önünde, birden arkama bakınca evleri gördüm, hasta hayvanlar gibi bakıyorlardı bana. Onlarda hâlâ kalakalmış bir yaşam parçası yalnızca bana bağlıydı sanki. Adalarıma baktım; deniz müthiş canlıydı ve rüzgâr ölü bir kızın yüzüyle onu kavuşturmaya çalışıyordu. Zavallı İskele.” (Bir Şairin Günlüğü, İş Bankası Yayınları, s. 212. Çeviren: Alova)

Aynı günün akşamı Bergama’ya varır Seferis. Asklepion ve Akropolis’e kısa birer ziyaretten sonra otele varırlar. “Banyosu yanmayan” bir oteldir bu. (Acaba hangi oteldi?) Ve şöyle yazar: “Temmuz alacakaranlığında lacivert evleri Bergama’nın.” (s. 214)

Sonra Ayvalık’a geçer o da…

6.Eylül.16

Jack Nicholson çok enteresan bir oyuncu. Bu kadar muğlak bir değerlendirmede bulunmam, adam hakkındaki kanaatimin muğlaklığından ileri geliyor. Abartılı, teatral bir havası varmış gibi geliyor bazen. Çoğu zaman ise büyüleniyorum.

41bba-gettyimages_79355468

Normalde, oyuncuların (aktörlerin/aktrislerin) rol aldıkları filmler vardır, onların filmleri yoktur. Ve fakat Jack Nicholson gibi oyuncular çoğu zaman yönetmenlerin önüne geçerler ve rol aldıkları filmleri kendilerinin kılarlar. Haftasonu izlediğim birkaç Jack Nicholson filminden sonra vardığım yer tam da burası. Söz gelimi, As Good As It Gets (Benden Bu Kadar) adlı filmde öyle bir oynuyor ki Nicholson, bırakın filmi sıradan bir hikayeyi bile parlatabildiğini görüyorsunuz.

Bir de bazı yönetmenler vardır; filmlerinde hangi oyuncunun oynadığı çok da mühim değildir, yaptıkları filmler kendilerinindir, kendi adlarıyla anılır daima. Reha Erdem de bu soydan bir yönetmendir. Korkuyorum Anne, (Arizona Dream ile birlikte) en sevdiğim filmdir. Ve fakat son filmlerinin bazıları (özellikle Jin) beni hayal kırıklığına uğrattı. Çok hayran olduğunuz bir müzik grubunun sonraki albümlerinin eski albümleri kadar iyi olmadığını söyleyip duran, bir nevi sanat tüketicisi kaprisi miydi biraz bu hayal kırıklığı? Belki. Ama daha çok Reha Erdem’in bir tür mistisizme kayması rahatsız etmişti beni. Yine de, yeni filmi Koca Dünya’nın fragmanını izleyince heyecanlandım.

Güzün, kışın tek iyiliği de bu zaten; yeni filmler, yeni kitaplar…

7.Eylül.16 

Yeni kitaplar demişken, Alejandro Zambra’nın öykü kitabı Belgelerim çıktı. Hakkında yazdıran kitap, iyi kitaptır. Notlar almaya başladım, burada bahsederim diye ama baktım ki notlar çoğalıyor, ayrı bir yazıya dönüştü. Buradan okuyabilirsiniz.

Öykülerin birinde geçen Akbaba Rojas hakkında internet araştırması yaparken bir kitaba denk geldim. İthaki yayınları arasında çıkan Futbolun Beceriksizleri Ansiklopedisi’ne. Birkaç enteresan anekdotu aktarayım…

Brezilyalı santrafor Edmundo Alves de Souza Neto, nam-ı diğer Hayvan, Brezilya’nın Vasco Da Gama takımında top koşturmuş ve belli ki takımıyla gönül bağını hiç koparmamış. 2001 yılında Cruzeiro takımında oynarken Vasco Da Gama maçında, eski takımına karşı kullandığı penaltı atışını kasten kaçırdığı iddiasıyla Cruzeiro’dan atılmış. Ama hiç oralı olmamış, hatta özür niyetine “Vasco da Gama 22 yıl boyunca benim hayatım oldu” demiş. Başka bir enteresanlık daha yapmış Hayvan; 1999 yılında AC Floransa’da oynarken, sezonun orta yerinde, Rio Karnavalında davul çalmak üzere memleketi Brezilya’ya gidivermiş.

Bir tane daha: 1999 Kasım’ında, Galler takımı Amlwch ile Maesgeirchen takımı arasındaki müsabakada mevcut dört top da saha sınırlarını aşıp İrlanda gölüne kaçtığından maç ertelenmek zorunda kalmış.

Belki ilerde devam ederiz. Şimdilik yetsin.

* * *

Bloglarda, nitelikli bloglarda, basılı dergilerdeki kadar (hatta birçok bakımdan basılı dergileri aşan) iyi edebiyat var. İzlediğim iki blogdaki iki diziye işaret edeceğim; Kurmaca Biyografiler’deki “Nasıl Yazar/Şair Oldum” dizisi (buradan) ve Algodon Edebiyat’taki “Kitapsız Öykücülerle Söyleşiler” (buradan).

8.Eylül.16 

Kitaplığınızı seyreltmenin (kitaplara antika muamelesi yapmayıp elden çıkarmanın) çok faydaları var. Bir tanesi de bir zamanlar alıp bir kenara attığınız kitapların ortaya çıkması. Tavşan Deliğinde Fiesta’yı böyle buldum kitaplığımda. Çevirmeninin, Zambra’nın çevirmeni Çiğdem Öztürk olduğunu görünce de hemen okuyuverdim. Çok kısa bir sürede okuyabileceğiniz iyi bir roman. Narkoedebiyat diye bir alt tür olduğunu da öğrenmiş oldum. Türü ne olursa olsun iyi bir roman, Kurban bayramı tatiline çıkarken yanınıza alabilirsiniz.

İyi kitaplar iyi filmleri, iyi filmler iyi kitapları çağırıyor. Bizde Gizli Dünya adıyla gösterime giren Room’u izledim. Tavşan Deliğinde Fiesta’nın Tochtli/Usagi’si ile Room’un Jack’i arasında paralellikler var. İkisi de “dış dünya”yı bilmeyen, tanımayan, tanımasına izin verilmeyen iki akran çocuk. İkisi de içinde yer aldıkları kurgunun anlatıcısı, vesaire.

Yalnız, Room’u izleyecekseniz, modunuzun sağlam olduğu bir günü tercih edin, derim.

* * *

Edebiyat ortamında (dergiler kitaplar vesaire) kabaca iki tür öykü/hikâye var. Birincisi hakikaten öykü (short story denilen), diğeri ise anlatmalara doyamayan, çocukluk anıları sosuna batırılmış utangaç romanlar.

Şöyle de söylenebilir: Karanlık bir odaya giren kişi cebinden kibritini çıkarır, çakar ve o vasati kırk çöpten biri tamamen sönene kadar (hatta kibriti dik tutup hafiften parmaklarını bile yakar bu uğurda) etrafı aydınlatır. Başka biri ise, odaya girer girmez düğmeye dokunur ve oda ışıl ışıl olur. Odanın hiçbir yeri karanlıkta (hatta alacakaranlıkta) kalamaz.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

* * *

musica

Muhsin Kıratlı’dan Musique dans mes rêves (Rüyamdaki Melodi). Buradan yakınız.

Peki, Angel Olsen’i dinlediniz mi hiç? Buraya alalım sizi.

Onur Çalı