10.Eylül.16 

Mehmet Yaşin’le Salâh Birsel’in dostluğunu bilmez idim. Salâh Bey’in bir kitabında (Şişedeki Zenci) Mehmet Yaşin’i anlattığını bilmez idim. Buradan öğrendim.

11.Eylül.16 

The Following diye bir diziye takıldım. Bir günde 15 bölümlük ilk sezonunu hiç ettim. Olay şu: Poe uzmanı bir akademisyen (Joe Carrol), Poe’nun hastalıklı ruhundan esinlenir ve genç kızları öldürmeye, gözlerini oymaya filan başlar. Dizinin esas oğlanı, FBI ajanı Ryan Hardy de Joe Carrol’un peşine düşer, olaylar gelişir. İyi adamımız Ryan Hardy’nin geçmişi ölümlerle, acılarla doludur. Yalnız kurttur. Adaleti sağlamak adına zaman zaman hukuk ve dahi insanlık dışına çıkar. Çünkü kötülerle normal yollardan mücadele etmek namümkündür. Falan filan. Gördüğünüz üzere, aslında klişelerle dolu bir hikaye. Ve fakat Poe sosu, biraz lezzet katıyor. Sonraki iki sezonda, anladığım kadarıyla Poe göndermeleri ortadan kalkıyor ve olay sıradan bir kaçma-kovalama, hırsız-polis hikayesine dönüyormuş. Poyraz Karayel’de de böyle olmuştu. İlk sezon Oğuz Atay göndermeleriyle gönülleri şenlendirip ikinci sezonda batırmışlardı işi.

Bu kadar çok gönderme deyince, aklıma bir Umut Sarıkaya karikatürü geldi. Böylece bu bahsi kapatalım.

b3763-umutsar25c425b1kaya-480x397

13.Eylül.16

Özellikle Çanakkale, Ezine civarında olmak üzere Ankara’dan Çanakkale’ye giderken dikkatimi çekti. Otogarlarla mezarlıklar yan yana, dip dibe, karşı karşıya.

17.Eylül.16 

Tatilde yine, neler okuyorlar diye milleti dikizledim. İşte sonuçlar:

Neşeli Ormanın Şair Kurbağası

Kuyucaklı Yusuf

Kurtlarla Koşan Kadınlar

Kardeşimin Hikayesi

Harry Potter

Beyin Kuralları

Aşık Olmak

Köprü (Ayşe Kulin)

Havva’nın Üç Kızı 

Evet, giderek kötüye doğru giden bir liste…

Bizdekileri de yazalım:

Feyyaz Kayacan’ın Bütün Öyküleri

Haldun Taner’in Tuş’u

İki gözüm Salâh Bey’in Amerikalı Tolstoy’u ve Papağanname’si

Diziden ötürü Kızıl Ölümün Maskesi (Tomris çevirisi)

Ve tatilin sonuna doğru, Çanakkale’de Kedi Kulağı Kitabevi’inde bulduğum bir güzellik: Selçuk Baran’ın Haziran’ı. Kitabı şöyle imzalamış Selçuk Baran:

Sevgili Öner’e,

Yıllar sonra buluşmanın sevinciyle

Selçuk

25 Ekim 77

Ankara

* * *

Ankara’ya dönünce tam olarak hissettiğimdir: İyi kalpli üvey ana, güzel Ankara!

* * *

Koca Dünya, Kosmos’dan sonra (beri) izlediğim en iyi Reha Erdem filmi. Bu sefer hayal kırıklığına uğramadım ve “eski” Reha Erdem’den izler buldum. Film, Venedik’te Jüri Özel Ödülüne layık görüldü.

afd46-untitled-1-1450x725

Bir gazete haberiyle muhabbeti açalım: “Koca Dünya”, yetimhanede büyüyen Ali ve Zuhal isimli iki çocuğun sığındıkları bir ormandaki yaşamına odaklanıyor. Reha Erdem, filmin 8 Eylül’deki gösteriminin ardından İtalyanca yayın yapan Fred Film Radio’ya yaptığı açıklamada filmindeki karakterlerin bir ormana sığınmasının bir metafor olup olmadığı sorusuna yanıt verirken “Metafor çok sevmiyorum. Orman sığınılacak bir yerdir ama bugün dünyada saklanabilecek bir orman bile yok. O anlamda metafor değil, gerçek” dedi.

Reha Erdem’in kendi filmine dair bu açıklama-yorumu filme karşı muhabbetimi arttırdı, inkar edemem doğrusu. Filmin konusundan açacak değilim, zaten yukarıdaki gazete haberinde genel hatlarıyla bir fikir veriyor. Hikaye sürprizli değil, aslında sıradan bile denebilir. Ama tıpkı edebiyatta olduğu gibi, hikayenin ne hakkında olduğu ya da neyi anlattığı kadar önemli olan bir şey daha var: nasıl anlattığın. Kenan Doğulu’nun popüler şarkısında dediği gibi: Ne dediğin değil, nasıl dediğin olay! Reha Erdem, yine sesleri, doğayı ve hayvanları ustalıkla kullanarak ustaca anlatmış hikayesini.

Filmin başlarındaki bir sahnede, seks işçisi trans kadın şöyle diyor: “Eğer ahireti evim diye bekliyorsam, eğer çukura babamsın sen diyorsam, kurda kuşa anamsın kardeşimsin sen diyorsam, öyleyse benim umudum nerede?”

Ve ekler: “İnsan ne ki temiz olsun!”

(Reha Erdem’in “Koca Dünya”sı ile Leo Malet’in Güneş Bize Haram’ı arasında da paralellikler var gibi geldi bana. Ayrıca ele alınası bir konu bu.) 

21.Eylül.16 

Şükran Kurdakul Nöbetçi şiirini bugünler için yazmış sanki:

Güz kapısında ağaç
El kapısında emekçi
Suyu çekilmiş ırmak
Kafamdaki nöbetçi

Acıdan kırılsa bile sesim
Acımı sesleyenler var
Boşuna belindeki anahtar
Işığım kilitlenmez ki benim

Şükran Kurdakul

22.Eylül.16

Okumadığı, takip etmediği dergiye ürün (şiir, öykü, yazı) göndermeye çalışan insanlar görüyorum. Soruyorlar: “Öykü gönderebiliyor muyuz? Nasıl gönderebilirim?” Sözün bittiği yer, burası işte.

* * *

Meda Kitap’ın Eylül kitaplarından biri de Denize Doğru. Alfonsina Storni’nin şiirlerini Türkçede ilk kez kitap boyutunda okuma şansına eriştik böylece. Şiirleri çeviren Tozan Alkan’ın kitabın başında yer alan yazısından anladığım kadarıyla, trajik bir yaşamı olmuş Alfonsina Storni’nin. Daha 46 yaşındayken de denize doğru yürüyerek yaşamına son vermiş. Oraya (Mar del Plata) heykelini dikmişler şairin. “Tozlu mezar” adlı şiirindeki şu dizeler, bir önsezi gibi de okunamaz mı?

Ah, ruhum gibi kuru bedenimden
Sıkıp çıkaramayacaklar tek damla
Ararsan buradayım, kayalar üzerinde
Bir mezar, tozlu, bin yaşında.

23.Eylül.16

Abdülhamit meselesi civcivlendi yine. Tesadüf bu ya, tatilde Salâh Bey’in Amerikalı Tolstoy kitabındaki aynı adlı denemesini okuduydum. İki gözüm Salâh Bey, Abdülhamit’in jurnalcilerinden dem vuruyordu. Ne saçmalıklar, nasıl bir baskı ortamı, akla hayale gelmeyecek tezgahlar, akıl uçuracak cinsten jurnaller, haysiyetsizlikler… Her zamanki gibi, çokça kaynaktan süzdüğü bilgiyi demetleyip hoş kokar hale getirdikten sonra okura sunuyordu usta.

Sürü sepet curnalcinin (evet, Salâh Bey curnal yazıyor) saçmalıklarını ortaya döktükten sonra bir de şunu atıyordu ortaya: “Bunların verdiği curnallerden en ilginci Müstecabizade’nin elinden çıkmıştır. Müstecabizade İngiltere’den gelen kibrit kutusu kapaklarının kan rengini andırdığını ve markasının da kılınç biçiminde olduğunu, dahası, üstünde birlik anlamına gelen Fransızca Ünion sözcüğünün yazılı bulunduğunu vede bunun özel bir düşünceye dayandığını curnal etmiştir ki bununla geleneksel curnal türünün bir kurucusu olarak görünür. Yalnız burada Müstecabizade’nin dürüstlüğüne diyecek yoktur. Onun curnali suçsuz ve günahsız bir insana yönelik değildir. O sadece Abdülhamit’in kuruntularından yararlanmak istemiştir. Şuna da dikkat etmek gerekir ki Müstecabizade bir Türk kurumuna değil, İngiliz kurumuna dil uzatmıştır. Daha sonraki yıllarda Damat Ferit Paşa’nın İtilaf Devletleri temsilcilerine Türkleri fitlediği göz önüne alınacak olursa, Müstecabizade’nin büyük bir ulusçu, büyük bir yurtsever olduğu da kabul edilebilir.” (Amerikalı Tolstoy, syf. 154)

a4b1a-niyazi_ahmet_rsneli_bey

Mavrayı fark ediyorsunuz değil mi?

Mesele şu ki biz yazılı kültürle, yazıyla (ve dolayısıyla tarihle ve hafızayla) arası olmayan bir toplumuz. İşte bu yüzden de bazı tarihi figürleri ya göklere çıkarıyoruz, baş tacı ediyor en güzel köşelere oturtup her yere heykellerini dikiyoruz ya da aynı adamları yerin yedi çarpı yedi kat diplerine gömmek istiyoruz. Müthiş bir tarafgirlikle iki uç yoldan birini belleyip oradan ayrılmaya yanaşmıyoruz. Konumumuzu birazcık olsun değiştirebilecek bilgilere de kapatıyoruz kendimizi. Ne oluyor? Kutuplaşmanın başka bir veçhesi, bu sefer de bazı tarihi şahsiyetler üzerinden gerçekleşiyor. Bugün halkın meclisinde Abdülhamit’i anmak, parlamenter sistemi o kurdu yollu lakırdılar etmek de işte bu yüzden. Nedir, bir tarihsel gerçek de ortada: Meşrutiyet, Abdülhamit zamanında ilan edilmiştir. Evet ama nasıl olmuştur, neler olmuştur, neden Anayasa askıya alınmıştır Kızıl Sultan tarafından? Bunları öğrenmekle, araştırmakla, oooh, kim uğraşacak, değil mi?

Neyse. Toparlayalım. Daha önceki Dünlüklerden birinde sormuştum: Ya Çıkmasaydı Resneli Niyazi Dağlara Dağlara? 

Bu bahsi çok uzatmayalım ama Abdülhamit’in nasıl bir yönetim anlayışında olduğu azıcık da olsa görünsün diye Resneli (ve de Geyikli) Niyazi Beyin askerleri ve cephanesiyle dağlara çıkarken Manastır ahalisine ve dahi tüm cihana bildirdiğini bir kez daha okuyalım: “Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.”

* * *

Salâh Bey’den devam edelim. Amerikalı Tolstoy adlı kitabı Bağlam Yayınlarınca basılmış. Kitabın 30. sayfasına geldiğinizde içinden küçük bir kağıda yazılmış şu not çıkıyor: “30. Sayfa 11. satırda yer alan Köksüzler, Çömez olacaktır. Düzeltir, özür dileriz.”

Bahsedilen ve düzeltilen yanlış, Paul Bourget’nin kitabının adı. Salâh Beyin ya da dizgicinin bir hatası olmuş belli ki. Peki, var mı şimdilerde, böyle yanlışını düzeltip okurdan özür dileyen herhangi bir yayınevi? Varsa, benim cahilliğim olsun.

Size bir şey fısıldayayım: Bırakın böyle incelikleri, yayınevlerinin önemli bir kısmında editör yok. Bazı yayınevlerinin öykü editörleri bile var, ama onlar da öyküden çakmıyor, iyi mi! Utangaç romanları, çocukluk anısı soslu uzuun anlatıları baş tacı edip pazarın en güzel yerinde sergiliyorlar da gerçekten kısa öykünün inceliklerine vakıf olup bu sanatın hakkını vermek için didinenleri görmezden geliyorlar. Durum bu, benden söylemesi.

* * *

musica

Bizim ülkemiz insan yakan insanların yaşadığı bir ülke, biliyorsunuz. Sivas’ta kıyılanlardan Hasret Gültekin’in Güle Yel Değdi diye bir bestesi vardır. İşte onu, bir de Taksim Trio’dan dinleyiniz. Buradan yakınız.

Onur Çalı