6-8 Haziran 2016 tarihinde Floransa’da yapılan bir edebiyat festivalinde (2016 Festival degli Scrittori) Etgar Keret bir konuşma yapmış. Daha sonra, Jessie Chaffee o konuşmadan yola çıkarak Words without Borders (Sınır Tanımayan Sözcükler) adlı sitede Etgar Keret ile bir söyleşi yapmış.

Çevirdim, buyrunuz…

Onur Çalı

a498a-ekeret

Konuşmanızda, çocukluğunuzda ve yazarlığınızın ilk dönemlerinde hikaye anlatmanın sizin için öneminden dem vurdunuz. Bu ve hikaye anlatıcılığı ile ilişkinizden biraz daha bahsedebilir misiniz?

Hikaye anlatmanın benim için bir önemi var; yakınlık hissi. Ona dünyadaki en yakın şeyin arkadaşlık olduğunu söyleyebilirim. Bu hususta yanıltıcı ve belki aldatıcı bir şey var; simetrik bir ilişki değil bu; öykülerimi okuyan biri beni tanıyor ama ben onu o kadar tanımıyorum. Hiçbir sanatçıya rastlamadığım bir kasabada büyüdüm. Ben okurdum ama okur olmakla yazar olmak arasında bir fark var gibi geliyordu bana. Sanki bazı insanlar yazar olarak doğuyordu, doğumlarında “yazar” damgası vuruluyordu onlara ya da yazar olmak üzere yetiştiriliyorlardı ama hiç böyle bir insanla karşılaşmamıştım. Yazmaya başladığımda, yazdığım her öyküden üç kopya çıktı alırdım; birini kardeşime, diğer ikisini de iki yakın arkadaşıma verirdim. Bu böylece yıllarca sürdü.

İlk kitabım yayımlandığında, 800 kopya sattı. Söyleşilerde, şöyle derdim: “Kitabım 800 sattı.” Sonra bir gün yayıncım aradı ve şöyle dedi: “Lütfen bunu söyleyip durma, çünkü bu utanç verici.” Ben de “Niye ki?” dedim. Bana şöyle dedi: “800 kopya oldukça az.” Ben de ona, “Hayır hayır, çok!” dedim. O da bana “Çok demekle ne kastediyorsun?” diye sordu. Dedim ki “Biliyorsun, 520 öğrencisi olan bir ilkokula gittim ben, herkesi ismen tanımıyordum. Düşünsene, ondan bile çok, yani çok fazla.”

Tuhaf bir durum, çünkü sanatçının kamuya mal olmuş bir figür olarak görüldüğü ve her şeyin kapitalist bir biçimde ölçüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bir arkadaşım var, çok başarılı bir yazar. Yayımlanan bir kitabının “iyi satmadığını” düşünüyordu. Bunu bana söylediğinde, kitabın kaç okuru olduğunu sordum ona. Birkaç yüz bin, dedi. Ve fark ettim ki karşılaştırma yapmak için her şeyi ölçme refleksimiz var. Ama iş bir duyguyu paylaşmaya gelince, Olimpik bir müsabakadaymışız gibi davranamayız. Bir öykü yazdığımda, büyük bir salonun içinde bir sürü insanın oturup öykümü okuduğunu hayal ederim. Ve bu bana her zaman çok gelir.

Artık “yazar” olduğunuzu, bunu bir kimlik olarak edinebileceğinizi hissettiğiniz bir an oldu mu?

Gerçek şu ki ben kendimi yazar olarak hissetmiyorum, mesleğimi yazmak durumunda olduğumda her zaman “öğretim üyesi” yazarım. William Burroughs, Çıplak Şölen’inde bu bariyere geldiğini anlatır. “Adın ne?” diye sorarlar. “William Burroughs” der. “Mesleğin ne?” diye sorarlar. “Yazarım” der. Ve sorarlar, “Yazar olduğuna dair bir kanıtın var mı peki?” Biraz düşündükten sonra bir kalem alır eline ve şöyle der, “Bir yazma aracı taşıyorum.” Bütün bunlarla ilgili bir hikaye olduğunu düşünüyorum bunun. Çünkü marangoz olduğunuzu söylerseniz ve birisi “Hayır, değilsin.” derse, siz de oturup bir sandalye yaparsınız. Birisi üstüne oturduğunda, yaptığınız sandalye kırılmıyorsa marangozsunuz demektir.

Ama yazarsanız, buna ancak diğer insanların karar verebileceğini düşünüyorum. Birisinin size “doğal” olduğunuzu ya da “nazik” olduğunuzu söylemesi gibi. Kendi hakkınızda böyle şeyler söyleyemezsiniz, ancak diğer insanlar söyleyebilir bunu. Benim için yazmak bir eylemdir; bazen bunu yapabiliyorum ve bazen de yapamıyorum. Ve yapabildiğimde bir “yazar” oluyorum, yapamadığımda ise yazar değilim. Oğlum bazen bana şöyle der: “Baba, bana bir iyilik yapar mısınız? Komik olsana biraz.” Ben de ona derim ki, “İşler böyle yürümüyor.” Ben komik insanlar olduğuna inanmıyorum; bazı zamanlarda komik olan insanlar olduğuna inanıyorum. Bu, an’da gerçekleşen bir şey.

Farklı türlerde yazdınız; kısa öykü, çocuk kitapları, oyunlar, senaryolar, şarkı sözleri… Farklı mecralarda üretmek nasıl bir şey ve yazdığınız şeyin hangi türde olacağına nasıl karar veriyorsunuz?

Yazar oluğumu refleks olarak, istemsizce düşünüyorum; çok doğal bir şey olarak. Ancak aynı zamanda çok sosyal bir insanım ben, yazarlıkta işe muazzam bir yalnızlık var. Yazmaya başladığım zamanlarda düzenli bir işim vardı. Bir süre sonra başarılı oldum ve sanki işi bırakmam gerekiyormuş gibi bir hava oluştu. Sonunda kendimi şöyle buldum; tüm arkadaşlarım işe gidiyordu, ben evde oturuyordum ve insanlar hakkında yazmam bekleniyordu benden. Oysa ben bir odanın içindeydim, anlatabiliyor muyum? Garsonlarla konuşmak için dışarı kahve içmeye çıkar oldum ya da sırf insani bir etkileşim olması için sokakta rastladığım insanlara bir şeyler sormaya başladım.

Bana bir tür işbirliği, birliktelik imkanı veren hikaye anlatma biçimlerinin beni her zaman çektiğini söylemeliyim. Bunlar aynı zamanda bir meydan okuma gibi de çünkü sizi konforlu alanınızdan dışarı çıkartmış oluyor. Şarkı sözü yazdığınızda, ölçülü yazmak hakkında daha fazla şey öğreniyorsunuz. Karımla birlikte yaptığımız son proje bir dans gösteri içindi, böylelikle hayatımda ilk defa sözcükler ve diyaloglar olmadan hikaye anlatmak zorunda kaldım. Bir film üzerinde çalışırken, mise en scène kavramının farkına vardım birden. Çünkü bir hikaye yazdığınızda diyaloglar oluyor, mekan oluyor ve insanlar bir şeyler yapıyorlar ama hiçbir zaman kendinize “Şimdi bu adam ayakta mı yoksa oturuyor mu?” diye sormuyorsunuz. Bana öyle geliyor ki ne zaman başka insanlarla birlikte ortak bir şeyler yapsam, öncelikle şahsen onlardan öğrendiğim şeyler oluyor. Ama aynı zamanda çalıştığımız ortamdan, kullandığımız araçtan da yazıma bir şeyler getiriyorum. Şuna benziyor; eğer kurmaca yazmak hayatımın aşkıysa, dışarı çıkıp hayata karışıyorum ve bazen elimde çiçeklerle ve bazen de çikolatayla ona geri dönüyorum. İlişkiye heyecan katacak yeni şeyler getirebiliyorum böylece.

Son kitabınız Yedi Güzel Yıl, bir anı kitabı. Hayatınızın ve kariyerinizin bu noktasında anı türüne yönelmenizin bir neden var mı?

Yazmaya başladığımda, kurmaca dışında yazma fikri bana gereksiz bir kısıtlama gibi görünürdü. Neden şeyleri kendinize göre olabilecek biçimde yazmaktansa oldukları biçimde yazasınız ki? Yer çekimi ve hastalıklarla yeterince kuşatılmışız zaten. Hayal gücümüz bizi istediğimiz kadar uzaklara götürebilecekken neden kendimizi sınırlamak zorundayız? Bunun birlikte, anıların şu bağlamda kurmacadan daha oyuncu/hileci bir tarafı da var; eğer biri hakkında bir şey öğrenmek istiyorsanız, bunu sormanız gereken son kişi kendisidir. Bir mağazaya gittiğiniz de mağaza sahibi size “Benim ürünlerim en iyisidir” dediğinde, ona inanmazsınız çünkü o adam hakkında her şey söylenebilir ama dürüst olduğunu söyleyebilir misiniz? Bana on yıl önce bile anılarımı yazacağımı söyleselerdi, bu bana çok aptalca gelirdi. Donmuş yoğurt dükkanı açacağımı söylemeleriyle aynı şey gibi gelirdi.

Gerçeklikle baş etme yolum her zaman şöyle olmuştur; kendimi ne zaman duygulanmış bir halde bulsam, bunu daima bir çeşit alegoriye dönüştürürüm. Şöyle derdim herkese “Floransa’ya yapılan bir gastronomi gezisindeki anoreksik bir fil gibi hissediyorum.” Ve sonra bu fil hakkında oturup bir öykü yazardım ve o fil aslında ben olurdum. Ama bunu yapamamaya başladığım ilk sefer, sanırım, oğlumun bir terörist saldırı sırasında dünyaya geldiği zamandı ki bu da kitabın ilk bölümünü oluşturuyor. Bunu yazmaya oturduğumda kendimi kaybetmiştim, bunun neye benzediğini bulmaya çalıştım ama hiçbir şeye benzemiyordu. O anda hayal gücüm işlevsiz hale gelmişti. İşte o an, anı yazmaya başladığım andır. O bölümü yazdığımda, kendim ve hayatım hakkında yazmaya karşı öyle bir direnç geliştirmiştim ki, kendimi bunları yazmamın tek nedeninin büyüdüğünde oğlumun okuması olduğu konusunda ikna ettim. (Şimdi on yaşında ve bunları hiçbir zaman okumayacak.) Ama o zaman, böyle bir neden sayesinde yazabildim.

Hayatımda hiçbir zaman günlük tutmadım. Bu anı parçalarını yazdıkça, ara ara bunları yayımladım ve bunu hep gerekçelendirmek ihtiyacı hissettim. Ama bunları kitap bütünlüğünde yayımlamayı hiç düşünmüyordum. Ama babam ölmek üzereyken o dürtüyü hissettim; bu çok çocukça bir şeydi sanıyorum. Çocukken, diğer çocuklara “Benim babam sizin babanızı döver” demek isterseniz ya. Babamı tüm dünyaya anlatmak gibi bir dürtü. Bu kitabın altında yatan mantık, sanıyorum, babam için bir nevi edebi mezar taşı dikmekti.

Bu kitabımla yayıncılara gittiğim zaman, çok mahcup hissettiğimi söylemeliyim. Kendimi bunun son derece tuhaf, şahsi ve ticari başarı açısından öyle dezavantajlı bir kitap olduğunu düşünüyordum ki kitabı yayımlamalarını istediğimde, bir yandan da onları bunun başarısızlıkla sonuçlanacağı konusunda ikna etmiştim. Ajans temsilcim bana şunu demişti, “Lütfen, bana bir iyilik yap. Sözleşmeyi imzalamadan önce konuşma.” Böyle davranıyordum çünkü bir yandan bu kitabın yayımlanması gerektiğini düşünürken öte yandan kitabı kimsenin okumayacağına dair sarsılmaz bir inancım vardı. Kitabın en büyük başarım olduğu söylenemez ama bu kitap sayesinde kurmacayla ulaşamadığım insanlara ulaşabildim. Çünkü şimdiye kadar hep kısa kurmacalar yazdım ve ilk defa romana benzer bir şey yazmış oldum, insanlar kitabın bütününde aynı karakterleri okudular ve ayrıca, ilk defa ayan beyan İsrail’e özgü bir şey yazmış oldun. İsrail her zaman hikayelerimin arka planında vardı bence ama bu kitapla birlikte zorunlu askerlik hizmetinin, son terör saldırılarının ve bombalamaların, soy kırım korkusunun ve Holocaust’ın gerçekliği… İsrail’in ruhunda kök salmış olan tüm bu şeyler bu kitapta açık bir şekilde yer aldı.

Kendinizi politik bir yazar olarak görüyor musunuz?

Eserinizin politik bir etkisi olmasını istemek güzel. Ama bu yazmanızın amacı olamaz. Okurla kurulan diyaloğun, okurun hikayeyi farklı şekillerde yorumlaması için gereken boşluğu ona verebilecek kadar belirsiz olması gerektiğine inanmışımdır her zaman. Gerçek şu ki gazetelerdeki yazılarımdan dolayı İsrail’de sol, liberal politik görüşümle tanınırım; şöhretli ya da kötü şöhretli, bu beni kime sorduğunuza göre değişir. Sorunlu bölgelerden birindeki bir İsrail askeri hakkında yazdığım “Cocked and Locked” adlı bir öykü bir gazetede yayımlandığında editör bana gelen iki mektubu gösterdi: bir tanesinde şöyle deniyordu, “bu yufka yürekli, özünden nefret eden solculardan bıktık.” Diğerinde de şöyle, “bu yazı faşist, sağcı, ırkçı bir metin.”

İşte bu, okurumla kurmak istediğim türden bir diyalog. Onların düşünmelerini, yeniden düşünmelerini ve sonra bir pozisyon almalarını istiyorum. Ama onlara ders vermiyorum. “Crazy Glue (Çılgın Yapıştırıcı)” diye bir öykü yazmıştım; ilişkileri bitmekte olan bir çift hakkında. Eskiden Crazy Glue markasının bir reklamı vardı, hani bir adamın tavana yapıştırıldığı reklam. Hikayedeki çift, bu reklam hakkında tartışıyorlar ama aslında ilişkileri hakkında konuşuyorlar. Adam işten eve geldiğinde karısını çıplak halde buluyor, ayak tabanlarından tavana yapıştırılmış halde. Ve birdenbire ona tekrar aşık oluyor. Birkaç kitabı dizip üstüne çıkıyor, karısını öpüyor. Sonra kitapların devrildiğini fark ediyor ve kendisini havada asılı buluyor, karısının dudaklarına asılı şekilde. Bu hikaye birkaç kısa filme uyarlandı ve şaşırtıcı bir şekilde bir tanesi romantik komediydi, bir diğeri ise korku filmi. Her iki yönetmenin okumalarının da tamamen yerinde olduğunu düşündüm çünkü çoğu ilişkinin gerçek hayattaki haline benziyordu; hem harika hem de korkunç.

“Politik yazar” ifadesinden hoşlanmıyorum çünkü politikada her zaman çok pragmatik bir şey var gibi gelmiştir bana. “Politik” sözcüğü, şehir anlamına gelen “polis”ten gelmiştir ve şehrin kaynaklarının nasıl kullanılacağı ile ilgilidir. Daha büyük bir meydanımız mı olmalı? Kanalizasyon sistemimiz olmalı mı? Ve insanlar, bu son derece pragmatik meseleleri tartışırlar. Edebiyatın gücünün ise bu anlamda pragmatik olmadığını düşünüyorum. Bir kitapla ilgili pragmatik bir taraf yoktur; onunla ekmek kesemezsiniz, çukur açamazsınız ve en azından kendi kitaplarım için konuşacak olursam, kitaplardan iyi silah olmaz çünkü çok incedirler. Ve kitapları kadir-i mutlak yapan da budur, değil mi?

Bir öykü yazdığımda, düşmanım faşizm ya da ırkçılık değildir. Düşmanım atalettir. Yapmak istediğim şey, okurlarımın kafasını karıştırıp onların sahici bir yerde olmalarını sağlamaktır. Ama eğer sahiden de aşağılık insanlarsa, bırakalım öyle olsunlar. Ama öyle görünmelerini istemem, anlatabiliyor muyum? Eğer hayat bir nevi obsesif-kompulsif davranışsa, iyi bir öykünün suratınızda patlayan bir tokat olduğunu söyleyebilirim. İşte bu benim amaçladığım şey. Bence kurmaca ile düzyazı ya da gazete yazısı yazmak arasında büyük farklar var. Hepsini yazarken farklı şeyler hissederim. Gerçek şu ki kurmaca yazdığımda uçuyormuş gibi hissederim, ağırlığım yokmuş gibi, kendim için ve insanlık adına kazanıyormuşum gibi, dünyaya aşık olmuşum gibi, anlatabiliyor muyum? Bir gazete yazısı yazdığımda ise bulaşık yıkamak ya da çöpü çıkarmak gibi işleri yaparken hissettiğime çok yakın bir şey hissederim. Bir insan ve vatandaş olarak yapmak zorunda olduğum günlük bir iş gibi. Sonuç olarak, ikisini aynı kefeye koymuyorum.

Ama yazının kategorisinden bağımsız olarak, okurunuz için her zaman boşluk bırakmak istiyorsunuz, onların katılımcı olduğu bir reaksiyon ya da diyalog olduğunu tahayyül ediyorsunuz, değil mi?

Gazete yazısıyla ilgili ilginç olan şey, sizi her zaman belirli bir tarafa yönlendirmesi. Benim için bu, tamamen muğlaklıkla alakalı bir şey olan edebiyattan bir nevi çalmak, onu zayıflatmak. Gazete yazısı, son tahlilde “şunu yapın” demek gibi bir şey. Bunu daha az kesin bir biçimde ve sözde düşmanlarımı yabancılaştırmamaya çalışarak yapmayı deniyorum. Gazete yazılarıma çoğu zaman dilbilimsel bir bakış açısıyla başlarım. Birçok kötü tepki almama neden olan bir yazımda, ülkemdeki insanların “barış” sözcüğünü kullanmayı bırakıp onun yerine “uzlaşma” sözcüğünü kullanmalarını önermiştim. Çünkü insanlarda, Orta Doğudaki savaşı bir doğal afet gibi görme eğilimi var. Hava yağmurluysa ne yapabilirsin ki? Şemsiye alırsın, havanın değişmesini beklersin; ama savaşlar insan yapımıdır. İsrail’de, barış için dua etmemiz gerektiğini düşündüğümüz bir kültürün içinde yaşıyoruz biz. Oysa savaşlar tamamen bizim yetki alanımızda. Bunun yerine uzlaşma sözcüğünü kullandığınız anda, sorumluluğunuzu kabul ediyorsunuz. Aynı zamanda da bunu elde etmek için bir şeylerden feragat etmeniz gerektiği gerçeğini de kabul etmiş oluyorsunuz. İşte bu yüzden, uzlaşmanın daha etkili bir sözcük olduğunu düşünüyorum.

Yazılarımla insanlara “yanlışsın, yanlış düşünüyorsun” demek yerine onları bir kez daha düşündürmeye çabalarım. Ama insanların, varlıklarının tehdit altında olduğunu düşündükleri bir ortamda yaşıyorsanız, o zaman bu yeniden düşünme, değerlendirme ya da empati fikrini bir lüks olarak görüyorlar. Titanikteymiş gibi hissediyorlar. Ve onlardan empati ya da yeniden düşünmelerini beklemek, batan gemiye ağır bir piyano koymak gibi. Oysa onlar gemideki tüm ağırlıklardan kurtulmak istiyorlar. Bir şeyi başka bir boyutuyla düşünmenin, onların soyguncu tarafından vurulmalarına yol açacak mikrosaniyelik bir tereddüt olduğuna inanıyorlar. Empati çabasını vatana ihanet gibi ya da bizi koruyan dayanıklı duvarlarda gedik açacak bir sabotaj gibi gören öyle çok insanla karşılaştım ki.

Ve söylemeye devam ediyorum; süregiden bir savaşı gerçekten kazanabilmenizin tek yolu ona değecek bir şey için savaşmanızdır. Eğer etrafınızdaki insanların ıstırap çekmelerine yol açtığınızı kabul etmeden bir şeyler kazandığınızı düşünüyorsanız, zaten temel olarak o büyük savaşı topyekün kaybetmekten fazlasını kaybetmişsiniz demektir.

Başka dillere çevrilmiş olan eserlerinizi okuyor musunuz, yazdıklarınızın başka bir dilde neye benzediğiyle ilgili bir hissiyatınız, fikriniz var mı?

Sadece İngilizcedekileri. Bir çok insan tercüme hakkında şöyle düşünüyor sanırım; sizin eseriniz bir nevi sıvı ve çevrildiğinde onu bir bardaktan diğerine dökmüş oluyorsunuz. Ama Wittgenstein’ın dediği üzre, dünyanın sınırları dilin sınırlarıdır ve diller farklı şekillerde hareket ederler. İşte bu yüzden, sadece kültürel çağrışımlar değil hikayenizin gerçek yapısı/doğası da kaybolabilir çeviride. Örneğin, İsrail’de “o” formunu kullanmıyoruz biz. Her şey eril ya da dişildir. Kocasının kendisini aldattığını öğrendiği için boşanmak üzere olan bir kadına bir apartman dairesi satmaya çalışan bir emlakçının olduğu bir hikayem var. Emlakçı adam, kadına apartman dairesini gösterirken yavaş yavaş anlamaya başlıyor ki kadın ona tesadüfen gelmemiş. Ona gelmiş çünkü emlakçının dükkanı, kocasının çalıştığı laboratuvarın dibinde. Emlakçı adam, kadına evi satmaya çalışırken kadın da ondan, kocasının genç sevgilisi hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Bir yerde kadın soruyor, “Güzel mi? (Is she beautiful?)” Adam da diyor ki, “Sadece güzel değil, aynı zamanda kendinize ait park yeriniz de olacak.” Çünkü İbranicede, apartman dairesi “she” ile ifade edilir. Ve bu an, aslında karakterler arasındaki güç savaşını gösteriyor. İngilizce buna izin vermiyor. O zaman bu hikayeyi İngilizcede yeniden yazmak zorundasınız.

Çevirmenlerimi ortak yazarlar olarak görüyorum. Ve her zaman, çevirmenlerin gerekli saygıyı görmediklerinden dem vururum. Çevirmenler Ninjalar gibidir, ancak iyi olmadıklarında onların varlığını fark edersiniz. İnsanlar iyi bir çeviri okurken, yazarla yakınlık kurup şöyle derler, “Vay be, bu adam bir dahi.” Ama bir şeyler yolunda gitmediğinde de şöyle derler, “Kim çevirmiş bunu? Olmamış gibi.” Farklı dillerde okuyan okurların şikayetlerini duyduğum oldu, çevirmeni suçluyorlardı ama aslında bahsettikleri şeyler metinde vardı. Bu bir nevi iyi polis kötü polis durumu: yetenek ve hayal gücü yazara atfediliyor, şikayetler ise çevirmene. Harika çevirmenlerim var, benim hikayelerimi çevirdikleri dilde yeniden yazabiliyorlar ve bunlar öyle doğallıkla okunuyor ki o ülkelere gittiğimde insanlar benimle kendi dillerinde konuşmak için ısrar ediyorlar. Konuşamadığıma inanmıyorlar çünkü sözgelimi Norveççede annemden bahsettiğim bir öyküyü okumuşlar, nasıl Norveççe konuşamam.