26.Eylül.16
– Memleket nere hemşerim?
– Ouagadougouluyum.
Acemiliği Ouagadougou’da yaptım.
Yüksek lisans için Ouagadougou Üniversitesine başvuracağım.
Söyle söyle doyma: Ouagadougou…
Ouagadougou, Burkina Faso’nun başkenti. Burkina Faso’nun eski adı ise Yukarı Volta. Ozan Çororo’nun “burkina faso” diye bir şiiri vardı, onu hatırladım:
yok böyle bir dünya
siyahlar iki kere ölümlü
beyazlar zaten şaşkın
şiir ekmek değil ki doyursun
bu kadar işte yapıp edeceği
insan her yerde hapis
dünyanın bir avlusu
yukarı volta!
Ouagadougou’dan bir mektup arkadaşım olsa keşke. Zarfın üstüne özene bezene yazardım adresi: Ouagadougou!
Ouagadougou için hikayeler anlatılsın, öyküler yazılsın, şiirler söylensin!
28.Eylül.16
Can Yayınları çok güzel kitaplar basıyor. Basıyor basmasına da neden bu kadar küçük puntoyla? Puntoyu biraz büyütseler ve/veya yazı karakterini değiştirseler çok iyi olacak. Bizim gözlerimize kastınız mı var efendiler?
03.Ekim.16
Words without Borders (Hudut Tanımayan Sözcükler) namlı bir sitede, çevirmen ve yazarlara çeviri için kullandıkları metaforları sormuşlar. Birkaçını çevirdik:
“Çeviri için her zaman kullandığım metaforu David Markson’dan çaldım: ‘Birisi Robert Schumann’dan, biraz önce piyanoda icra ettiği müziğin anlamını açıklamasını ister. Bunun üzerine Robert Schumann’ın yaptığı şey, tekrar piyanonun başına oturup aynı parçayı tekrar çalmak olur.’ İşte çeviri benim için aynen böyledir. Yaptığım çevirinin manasını açıklama gereği duymam, oturur sözcükleri tekrar çalarım, İngilizce dilinde.”
Alyson Waters
“Çevirmenler Ninjalara benzerler; onları ancak kötü olduklarında fark edersiniz.”
Etgar Keret
“Çeviriyi bir tür evlatlık gibi düşünmüşümdür. Bir çocuğu evlat edindiğinizde onu ait olduğu bağlamdan çıkarırsınız, seversiniz, ona bakarsınız, bildiğiniz her şeyi öğretirsiniz. Büyüdüğünde ve kendi başına yaşayabilecek duruma geldiğini düşündüğünüzde, onu dünyaya bırakıp başının çaresine bakacağını umut edersiniz.”
Russell Valentino
“Benim tercümem orijinal olanı yansıtan bir yeniden yaratımdır. Tıpkı denizin yıldızları, bulutları, ayı ve göç eden kuşlarıyla birlikte göğü yansıtması gibi. Ama son tahlilde, deniz gökyüzü değildir.”
Sholeh Wolpé
04.Ekim.16
İngilizcede “overrated” diye bir kelime var. Gereğinden fazla abartılmış, olduğundan daha fazla değer verilmiş, öne çıkarılmış gibi bir anlamı var. Gördüğünüz üzere, Türkçede tek sözcükle karşılayamıyoruz. Maalesef. Hepsi Babil Laneti yüzünden. Neyse.
Bu overrated sözcüğü, kitaplar filmler oyuncular yazarlar vesaire için kullanılabiliyor. Bizde de, elbette, hem çok fazla overrated iş (kitap, film, vs) hem de sürüsüyle overrated adam (yazar, oyuncu, yönetmen, vs) var. Başıma bir şey gelmeyeceğini bilsem, birkaç örneği rahatlıkla, hemencecik sıralayabilirdim burada. İpucu vereyim; ölü sevici dergilerin kapaklarına taşıdıkları, bazı genç ölmüş ya da intihar etmiş şairler/yazarlar, bu overrated kişilere örnek oluşturuyor bence.
Haldun Taner’in eşsiz bir lezzet alarak okuduğum, gazete yazılarının toplandığı Koyma Akıl, Oyma Akıl kitabında ise overrated’a değil ama rate’e rastladım, kitabın 24. sahifesinden alıntılıyorum, vurgular bana ait elbette: “Yaşlılığın alameti, bence yaş sayısı değil, gönül gücü eksikliğidir, karamsarlıktır. Bugün artık Türkiye’de devlet adamı kalmadı. Bilim adamı yetişmiyor. Romancı yok, tiyatro yazarı kalmadı. Nerde eski günler diye kara kara söylenenler, ‘yaşamın durmadan değişme’ olduğu gerçeğini ya hiç bilmeyen ya da unutmuş olanlardır. Geleceğin getirebileceği tüm olanakları tasavvur edemeyenler, etmek istemeyenlerdir. Kendilerinin dünyaya verecek bir şeyleri kalmadığı için dünyanın da sonu geldi kuruntusundadırlar. Kendileri tükendiği için bütün kaynaklar da tükendi sanmaktadırlar. Asıl acınacak yaşlılar işte bunlardır. Kaldı ki dikkat edilince görülür ki, bunlar gençliklerinde de olumlu bir şey verememiş olan ratelerdir.”
Nitekim, TDK’ya baktığımda da benim yukarıda vurguladığım kısmı, sözcüğün ikinci karşılığı için örnek cümle olarak verdiklerini gördüm. Sözcüğün Fransızca raté sıfatından geldiği belirtilerek şöyle verilmiş rate’nin karşılığı:
- Başarısız
- Yaşlı, verimsiz, geçimsiz (kimse)
Haldun Taner’i okuduktan sonra ise, iki gözüm Salâh Bey’in bu rate sözcüğüyle ilgili bir şeyler yazmış olduğunu hatırladım. Allahtan not almışım, hemen buldum. Yaşlılık Günlüğü’nün (Ada Yayınları, 1986) 96. sahifesinden, 24 Temmuz 1983 tarihli günlüğünden alıntılıyorum, vurgularbana ait yine: “Biz tuhaf bir ulusuz: şair sever, şiir sevmeyiz. Yazdıkları şiir mi, değil mi bakmadan, nüfus kütüğünde ne kadar erkek varsa –kadınlar değil– topunu alıp başımıza şair-i mahirdiye oturturuz. Doğrusu, dostluk kazanı kaynatmak, takım oluşturmak bir ulu iştir. Ben de dostlarımı, komşularımı kazanlara koyup buharlaştırmak isterim. Oysa yazın alanında böylesi hoppalıklara, böylesi şaklavaklıklara yer verilmemelidir.Yazın alanında her şey acımasızlık üzerine kesilmiştir. Orda kimse, kimsenin gözyaşını umurlamaz. Kimse çırnık şiirlere güzel demeye yanaşmaz. Bitli bir şairin başına taç oturtmaya ise kimsecikler yeltenmez. Fransızlar bu konuda çok taş yüreklidir. Billahlı, fillahlı yazarları bile hemen alaşağı ederler. Bu yüzden sözlüklerini kötü şair, mıymırık yazar anlamına gelen sözcüklerle doldurmuşlardır. Onlara göre kaşığın sapını ortalayamamış sanatçının adı râté’dir. Bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız. Mehmet Akif bir zamanlar bu sözcük yerine edebiyat bozuğu sözünü ortaya atmışsa da onu benden başkası kullanmamıştır. Kimileri de ona kendi üstlerinde kalır korkusuyla kürek çekmemişlerdir. Kimileri de ‘tutunamayan’ terimiyle karşılamak istemiştir. Ne ki, o sadece bir roman adı olarak kalmıştır.”
İki gözüm, pirim Salâh Bey, hiç merak etme, edebiyat bozuğu bundan sonra bana emanet. Hatta hemencecik cümle içinde kullanalım da pekişsin: Günümüzde öyle edebiyat bozuğu tipler var ki edebiyat ortamında… Ohooo, sürüsüne bereket! Kafakol ilişkileriyle, “mühim” adamlarla kurdukları ahbaplıklarıyla bir yerlere geldiklerini görüyoruz. Öyle sanıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki edebiyat, zaman denen zalımla elele verip bu bozuk(luk)ları yarına taşımayacak. Üç günlük keyifleri var diyorum ben de, çok dokunmuyorum gariplere.
05.Ekim.16
Bu senenin Nobel Edebiyat Ödülleri için adı geçiyor mu bilmiyorum ama ben Milan Kundera kazanacak diyorum. Neden mi? Yıllarca, Akademi de Leonardo DiCaprio’ya Oscar vermemişti ama sonunda The Revenant filmindeki rolüyle Oscar amcayı kaptı Leo. Bu sene, Nobel Edebiyat için de aynı şey olacak (olmalı!), Milan Kundera’ya verecekler Nobel’i.
07.Ekim.16
Dostlukların bitişinden daha hüzünlü hiçbir şey yok bu hayatta. Dostlukların bitişi kadar hüzünlü olan birkaç şey olabilir. Sabah trafiğinin karmaşasında, gıdım gıdım ilerleyen bir kamyonetin kasasında zincirlenmiş haldeki bir Kangalın siyah üzüm tanesi gibi nemli gözleri belki. Belki sabahları okula gitmemek için ağlayan çocuklar. Ya da yazın bitişi, belediye işçilerinin kumsaldaki şemsiyelerin çadır bezlerini toplaması. Belki. Ama dostlukların bitişinden daha hüzünlü hiçbir şey yok bu dünyada.
08.Ekim.16
Her yazar bir dünya sunar okuruna. Bu, nevi şahsına münhasır bir dünyadır. Sui generis’tir. Okur, sunulan bu dünyaya bakmaktan hoşlanırsa okur o yazarı. Yoksa neden okusun? Öyle iyi yazarlar vardır ki herkes tarafından baş tacı edilirler, haliyle. İyi bir okursanız eğer, siz de onun iyi bir yazar olduğunu teslim edersiniz ve fakat sunduğu dünyaya bakmaktan, o dünyayı görmekten, o dünyada –okuma edimi süresince– yaşamaktan hoşlanmıyorsanız okumazsınız o yazarı. Okur-yazar ilişkisi, temelinde, böyle bir şeydir aslında.
Sözü yormayalım. Hüsnü Arkan’ın yeni romanı Gülhisarlı Terziler çıkmış. Hüsnü Arkan’ın romanlarındaki dünyaya bakmaktan, o dünyayı adımlamaktan, orada nefes almaktan memnunum ben, bir okur olarak. Bence siz de deneyin, pişman olmayacaksınızdır.
09.Ekim.16
Yeni bir öykü dergimiz daha oldu: Öykü Gazetesi. Daha önceleri bir öykü gazetemiz olmuştu, yıllar önce Bilal Kolbüken’in yönetiminde Kül Öykü Gazetesi vardı. Fakat orada sadece öykü değil, edebiyat haberleri ve yazılar da vardı, eğer yanlış hatırlamıyorsam. Peki, yalnızca ürün dergileri yok mu? Yani sadece şiir ve/veya öykü yayımlayan dergiler? Elbette var, oldu ama onların da adında gazete yoktu. Yani, bu anlamda, bir ilk olabilir Öykü Gazetesi.
İlk olmasından daha önemli olması ise öykü yayıncılığında bir boşluğu doldurması. Eğer doldurabilirse uzun ömürlü olur, yoksa ölür. Umarım, yolu açık, okuru bol olsun.
Edebiyat dergileri çok önemlidir. Edebiyatın mutfağı, denir hep. Bence edebiyatın yatak odasıdır dergiler. En önemli ve hayati şeyler orada olup biter. Bir edebiyat okurunun, okurluk rüştünü ispatlaması için de edebiyat dergilerinden en azından birkaçını takip etmesi gerekir. Her öykücü, öykülerini kitaplaştırmadan önce dergilerin rahle-i tedrisinden geçmelidir. İyi olur, pişersin. Hiçbir şey öğrenmesen sabrı ve beklemeyi öğrenirsin. Nedir, hiçbir dergide tek bir öyküsünü yayımlat(a)madan kitap çıkaranlar da var. Bu ahval ve şeraitte, edebiyat okurundan çok şey beklemiyor musun, diye sorulabilir. Çok şey değil bunlar, asgari şartlar. Hem iyi okurluk, zaten, yazarlıktan daha üstün bir konumdur ve yazar olmaktan daha fazla emek gerektirir.
Ezcümle: Öykü Gazetesi’nin yolu açık olsun. Dergilerin ilk sayılarına katkı sunmak çok değerli ve güzel bir şey. Birkaç kez yaşadım bu duyguyu. Öykü Gazetesi’nin ilk sayısında kısa bir öykümle ben de varım, ve doğuma girmiş baba heyecanını duyuyorum.
10.Ekim.16
İsa, “Ben bu kuşağın insanlarını neye benzeteyim? Bunlar neye benziyorlar?” dedi. “Çarşı meydanında oturup birbirlerine, ‘Size kaval çaldık, oynamadınız; ağıt yaktık, ağlamadınız’ diye seslenen çocuklara benziyorlar.” (Luka, 7:31-32)
Onur Çalı